NET TÜRK TV 

RÖPORTAJ Neslihan Önderoğlu yeni kitabı Cüret için “Biz aslında Gül’ün hikayesinde mikro düzeyde bir öteklleştirme görüyoruz. Daha sonra birlikte sokağa çıkıp bütün göçmenlere yapılanları görünce olay bu sefer daha makro düzeyde bir kimlik sorununa dönüşüyor. Öteki kimdir sorusunun da peşine düşüyoruz böylece. Çünkü neticede her birimiz bir başkası için ötekiyiz.” diyor.

Neslihan Önderoğlu, Duygu Asdena Roman Ödülü’nü kazandığı “Cüret” isimli yeni romanında ötekeleştirilen insanların hikayesini anlatıyor.

Özürlü bir çocuğa bakması için ailesi tarafından satılan Gül, geldiği evde yatağa bağlı yaşayan Oğuz, annesi Aliye, antikacı Resul ve diğerleri… Her biri yazarın güçlü kaleminde hayal bulan, satırlar arasında gezinirken gözünüzde canlanan karekterler.

 Yazar; Gül, Oğuz ve Resul’ün hikayesini anlatırken bir yandan da mültecilerin yaşadığı zorluklara ayna tutuyor. Zaten kitabınu da Bodrum’da cansız bedeni sahile vuran, göçmenlerin yaşadığıu dramın sembolü halibe gelebn Aydan bebeğe adıyor. Kitapta öteki olmanın ağır bedelini, ırkçılığın sonuçlarını, farklu dil ve kültürden olanların nasıl hedef haline geldiğini okuyoruz.

Hafıza ve bellek kitabın temel dayanak noktalarından. Yazar daha önce “Filler ve Balıklar” isimli öykü kitabında da hafızayı konu edinmişti. Neslihan Önderoğlu kitabıyla ilgili soruları şöyle yanıtlıyor:

Cüret-1● Kitabınızı Aylan bebeğe adıyorsunuz. Romandaki ana karakter Gül’ün yaşamıyla birlikte göçmenlerin dramını ve körüklenen milliyetçiliği okuyoruz. Hikâyeyi göçmenler üzerine oturtmaya nasıl karar verdiniz?

Aylan bebek sizin de söylediğiniz gibi bir simge. O olay yaşandığı zaman herkes gibi çok etkilenmiştim ama aslında Kuzey Irak’a giden bir arkadaşımın oradan gönderdiği bir fotoğraf karesinde Aylan Bebek heykeli vardı o da beni çok etkiledi. Özgürlük Parkı isimli bir yerde göl kenarına devasa bir heykelini yapmışlar.

Ama hayır kitap oradan çıkmadı. Benim ikinci öykü kitabında yer alan “Kestane Ağacı” isimli bir öykü vardı. Gül ve Oğuz’un o evdeki sıkışmışlıklarına dair. O öykü benim aklımda hiç bitmemişti. Roman fikri buradan doğdu. Onları ne olursa olsun o evden çıkarmak istedim. Ama elbette dışarı çıktıklarında karşılaştıkları cehennem de evdeki ötekiliğin devamı oldu.

Gül’ün yaşadıkları ekseninde bize farklı yaşamları da anlatıyorsunuz. Resul, Oğuz, Aliye... ve kitabın ilerleyen bölümlerinde karşımıza çıkan, kimliği, milliyeti sorgulanan yığınlar... Tüm bu karakterler içinde henüz küçücük bir çocukken ailesinden koparılıp alınan, kendisinden dili, adı dahi çalınan Gül bize neyi anlatıyor?

Gül Arap kökenli, Siirtli yoksul bir ailenin kızı ve çok küçük yaşta para karşılığı İstanbul’daki bir ailenin özürlü oğluna bakmak üzere satılıyor. Eskiden beslemelik dediğimiz yapı aslında. Ve evet burada önce adı sonra konuştuğu dil değiştirilerek asimile ediliyor yaşadığı evde.
Biz aslında Gül’ün hikâyesinde mikro düzeyde bir ötekileştirme görüyoruz. Daha sonra birlikte sokağa çıkıp bütün göçmenlere yapılanları görünce olay bu sefer daha makro düzeyde bir kimlik sorununa dönüşüyor. Öteki kimdir, sorusunun da peşine düşüyoruz böylece. Çünkü neticede her birimiz bir başkası için ötekiyiz.

Adına “Gül” deniliyor ama ondan gülmek dahi çalınmış gibi. Dört duvar arasında yatağa bağımlı bir çocuğa bakmakla yükümlü. Dışarıdaki dünyadan bihaber. Oğuz’un varlığı, onunla konuşması, ona köyünü anlatması hayatta kalmasını sağlıyor diyebilir miyiz?

O evden hiç dışarı çıkmadan geçirdiği bütün yıllar boyunca üzerine evin annesi Aliye tarafından yüklenen
onca nefrete ve Oğuz’a bakmanın bütün yüküne rağmen ayakta kalmayı başarabiliyor. Tek bir inancı var: Bir gün Oğuz’u da alıp o evden çıkacak ve birlikte geriye, köyüne geri dönecekler. Hiç durmadan Oğuz’a kendi köyünü çocukluğunu, kestane ağacını anlatarak aklını koruyabiliyor aslında. Bir de Oğuz’a olan sevgisiyle. Çünkü aralarında bir tür kader birliği var.

“Evlat ve evlatlık arasında tek bir hece farkı var. İşte ben Oğuz’la onların arasındaki o tek heceydim” diyor Gül. Fakat kaçıp gitmiyor da. Neden?

Bunun iki nedeni var. Birincisi kaçıp gitmek için büyümesi ve gidecek bir yeri olması lazım. Yani şartlar buna uygun değil. O eve bırakıldıktan sonra ailesi tarafından aranıp sorulmamış. Ancak Aliye’nin ölümüyle bunu yapabileceğine inanıyor. İkincisi de Oğuz’a olan sevgisi. Onu arkada bırakıp gitmek istemiyor.

“Doğduğu, ilk adımını bastığı toprak, gördüğü ilk ağaç, uçuşuna daldığı bir kuş insanı unutmamalı. Asıl onlar seni unuttu mu silinir gider, bir daha asla oralara dönemezsin. İşte o zaman da ben
artık ben olamam; gözünü bu evde açmış, adını Aliye’nin koyduğu, geçmişi olmayan bir
kız olurum”
diyor Gül. İnsanın geçmişini unutmaması ya da Gül’ün söylediklerinden hareketle yaşamındakilerin onu unutmaması ne sağlar?

Burada hafıza ile ilgili bir metafor var aslında. Yani biz geçmişi ve yaşadığımız bütün güzel şeyleri ne kadar içselleştirerek ve farkında olarak yaşayabilmişsek bizim de onlarda bıraktığımız iz o kadardır. Gül de farkındalığı çok yüksek ve gönül gözü açık bir kız. Bu nedenle geçmişini canlı tutmak için sürekli hatırlıyor ve adeta onu bozup bozup yeniden inşa ediyor.

YAŞANANLARIN ÜSTÜNÜ ÖRTMEK ACI ÇEKEN TOPLUMLARIN BİR ÖZELLİĞİ

Filler ve Balıklar kitabınızda da hafıza temalı öyküler yazmıştınız. Yaşananları çok çabuk unutan bir toplumuz. Maalesef hafızamızı diri tutacak mekânlar da yok edili- yor. Edebiyatınızda hafızanın, belleğin nasıl bir rolü var?

Evet hafıza ve unutuş çok ilgimi çeken konular ve sadece bu konularda öykülerden oluşan bir kitabım da var. Filler ve Balıklar. Çabuk unutmak daha doğrusu yaşananların üstünü örtmek acı çeken toplumların bir özelliği. Belki bu insanın acıyla başa çıkma yöntemlerinden biridir. Onun dışında bu toplumsal belleği canlı tutacak şey ancak kültürel mirastır. Sizin sözünü ettiğiniz mekânlar da buna dahil. Benim çocukluğumda örneğin küçük esnafın dükkanlarının yer aldığı pasaj denilen yerler vardı Kadıköy’de. Bunların içinde tuhafiyeciler, örgü ipleri satan yüncüler, gelinlikçiler gibi küçük dükkanlar olurdu. Bir de sinema salonu bulunurdu çoğunda. Şimdi böyle bir kavram yok. Alışveriş merkezleri her şeyi silip süpürdü.

Adeta evin yuttuğu bir kız Gül. Aliye’nin ölümünün ardından dışarı çıktıklarında “Ev nihayet bizi sarı, zehirli bir safra gibi dışarı atmıştı” diyor. Dokunduğu her eşyanın, yaşamındaki her şeyin bir anlamı var onun için. Ev bir yandan Gül için güvende olduğu bir yandan da hapsedildiği bir mekân. Onun dünyasında ev nerede duruyor?

Gül ev tarafından yutulmuş olmakla birlikte tuhaf bir aidiyeti de var tabii bu mekâna. Çünkü geçmişle olan bağlantısını nasıl ki hafızasında canlı tuttuğu mekânlar ve nesneler üzerinden koparmıyorsa içinde esaretini yaşadığı evin de onun için nesneler üzerinden, en önemlisi de Oğuz üzerinden bir değeri var.

BU NE CÜRET!

Anlattığınız hikâye kadar kitabın adı da etkiledi beni, Cüret. Aslında tek bir sözcük pek çok şeyi ifade ediyor. Sadece Aliye’nin Gül’e kötü davranışlarını, sözlerini de değil, bir topluluğun başka bir toplulukla olan ilişkisindeki tutumu, kurduğu hegemonyayı, cüreti de anlatıyor. Siz neden bu ismi seçtiniz?

Kitabın da birkaç yerinde geçiyor “Bu ne Cüret” diye. Suriyelilerin kalkıştıkları işler için deniyor örneğin. Ya da Aliye Gül’ün bir sözü karşısında söylüyor bunu. Cüret, kendinizden aşağıda gördüğünüz ve ötekileştirdiğiniz birinin sizinle aynı haklara sahipmiş gibi davrandığını gördüğünüz anda onun bu davranışını adlandırdığınız tepkidir. Çünkü buna hakkı olmadığını düşünürsünüz. Bir bakıma sınırlarını aşmıştır. Dolayısıyla evin içinde Gül’ün, dışarıda ise göçmenlerin yaptığı bazı davranışlar egemen olanlara cüret olarak görünüyor.

Kitapta karşımıza çıkan bir diğer karakter Antikacı Resul. Siz sözcüğü başka bir heceden ayırarak ona “Antik-acı” diyorsunuz. Eşyaya sinen acıyı, geçmişin izini Resul’ü antikacı yaparak mı buldunuz?

Antika, özellikle de antika porselen benim büyük bir ilgi alanım. Yıllarca çok değişik ülkelerden alıp biriktirdiğim bir fincan koleksiyonum var. Eski eşyalardaki yaşanmışlıkları seviyorum. Eşyanın bir hikâyesi olması hoşuma gidiyor. Resul karakterinin de geçmişinde büyük bir acı var. Adeta istemediği, kendisi seçmediği bir hayata sürüklenmiş. Bunu bir antikacıdan daha iyi kim temsil edebilir ki?

Gül “Tilkinin kaderinde zalimlik var. Tilki tilkiliğini yapacak, bir canlının etine işleyen bazı huyları vardır derdi babam” diyor. Aliye’yi kitabın kapağında da olan tilkiye benzetebilir miyiz? Aliye kötü de Reşat Bey ya da Gül’ün babası, muhtar iyi mi?

Bazıları kötülüğü seçer. Bazısıysa buna mecbur kalır. Bu anlamda Gül’ün babası ya da muhtarı Aliye ile aynı kefeye koymam ben. Bu kadar yoksulluğun içinde yaptıklarının yine de kendince bir açıklaması var. Ama Aliye’nin zalimliği bilerek isteyerek seçilmiş bir şey. ( Eda Köprü Yılmayan, Oksijen)

www.netturk.com.tr