HİKAYE

Çerçi

BAHRİ KAYAOĞLU

Yayla evlerinin tam ortasında, tahta oluktan, bilek kalınlığında suyu akan çeşmenin başındaki söğüt ağacının altında indirdi yükünü. Yorgun hayvanlarını suyun aktığı yönde yeşillenen çayıra bıraktı. Satacağı malları tek tek sandıklardan, sepetlerden çıkarıp yan yana dizdi.

Kapağı açılan kovandan çıkan arılar gibi bütün evlerden çocuk, kadın, erkek, yaşlı, kim varsa o gün yaylada, koşup çerçinin yanına geldik...

*****

Mayıs ayının son günleriydi. Yaylada kaldığımız yaz aylarında üç, dört defa tekrarlanırdı bu manzara.

Karakoçan'dan, Kiğı'dan, Karlıova'dan gelirdi çerçiler. Ulaşımı zor olan köylerde yaşayan insanların ihtiyaç duyacağı yükte hafif ne varsa doldururlardı sandıklara, sepetlere. Sonra o sandıkları hayvanlarına yükler sıkıca bağlarlardı. Her katır, en az üç sandık taşırdı.

Kadınlar için basma entari, başörtüsü, dikiş malzemeleri, düğme, boncuk, havlu, sabun kalıpları, tarak olmazsa olmazdı.

Genç kızlar için güllü, çiçekli yazmalar, kenarları oyalı mendil, arkası resim desenli yuvarlak cep aynaları olurdu.

Erkekler için tütün, muhtar çakmağı, açılır kapanır küçük bıçaklar, jilet paketleri bulunurdu.

Biz çocukların en sevdiği kuru incir, leblebi şekeri, sıcaktan birbirine yapışıp topak olmuş kuru üzüm en fazla getirilendi. Çerçilerin gelmesini dört gözle beklerdik. Ceplerimize doldurulan bu yemişlerin tadına doyamazdık çünkü.

Kimsede pek para yoktu.

Bedeli, çerçinin insafına göre belirlediği ağırlıkta köylünün ürettiği ürün ile ödenirdi. Tereyağı, bal, peynir, çökelek, buğday, arpa, mısır, yumurta gibi ürünler takas edilirdi. Sattığı mallardan boşalan sandıklara bunları doldurur götürürdü.

*****

Anlatacağım hikâye bu çerçi hikayesi değil aslında.

O gün, çerçinin gelmesinin verdiği heyecandan daha büyük bir heyecan yaşandı yaylamızda.

Ağılın* yığma taş duvarına oturmuştuk.

Sekiz, on çocuktuk.

Annelerimizin çerçiden aldığı kuru incirleri küçük ısırıklarla yiyor, ayaklarımızı duvardan aşağıya öne arkaya doğru sallandırıyorduk.

Bir ağacın dalına yan yana tünemiş, ara sıra kanatlarını çırpan kuş sürüsü gibiydik.

Benden birkaç yaş büyük olan komşu kızı Müzeyyen, yaşıtı olan Gülistan ablama döndü;

"Biliyor musun?" dedi.

"Amcam Mehmet gurbetten geldi."

"Sofilerin oğlu Mehmet mi?"

"He kız, amcam amcam."

"İstanbullara gitmiş artık gelmez o, diyordu annem."

"Geldi işte kız."

"Ama, ne getirmiş biliyor musun?"

"Sana mı? Ne getirmiş?"

"Bana değil be. Annem diyor ki; bir kutu getirmiş, kenarında şöyle düğmeleri varmış. Onları çevirince taa İstanbul'dan, Ankara'dan konuşan erkeklerin, kadınların sesi buraya geliyormuş."

"Kutunun içine mi girmiş adamlar?"

"Kutunun içine sığar mı adamlar akıllım?"

"Sığmaz."

"Sığmaz tabi. Sen, ben bilem sığmayız, koca adamlar nasıl sığar?"

"Yalandır bee. Köyde konuşanın sesi buraya gelmiyor, taa İstanbul'dan, Ankara'dan konuşanın sesi buraya nasıl gelir ki?"

"He, ben de inanmadım kız, nasıl gelir ki?"

"Ama bu akşam köyün erkekleri yaylaya dönünce, hepsini dedemgilde toplayacak, kutunun düğmesini açacak, sesi dinletecekmiş."

*****

O gün, günboyu bütün yayla evlerinde Sofiler'in oğlu Mehmet'in İstanbul'dan getirdiği kutu konuşuldu. Kutudan çıkacak sesi duyacak olmanın heyecanı herkesi sardı.

Akşama doğru bütün Mercan köyü halkı Sofiler'in evinin önünde toplandı. Büyükler, anne babaya göz aydını, Mehmet'e hoş geldin yaptılar.

Yüksekçe bir yere konulan kutu, ceviz ağacından yapılmıştı. Camlı ön tarafı içinde bilmediğimiz yazılar vardı. Her iki tarafında aynı ebatta iki düğme vardı. Gözümüzü bu kahverengi kutudan ayıramıyorduk. İçinden çıkacak sesin duyulmayacağı endişesi ile kimseden çıt çıkmıyordu.

Nihayet Mehmet, yelek cebinden köstekli saatini çıkartıp baktı.

"Ajans saatine az kaldı" dedi.

Kutunun yanına geldi.

Düğmeleri sağa sola çevrilen kutudan önce cızırtılı sonra davudi bir ses, evin avlusundaki sessizliğin ortasına bomba gibi düştü.

*****

"Ankara Radyosu'ndan iyi akşamlar. Sayın dinleyiciler, ülke yönetimine bu sabah Milli Birlik Komitesi tarafından el konuldu. Hazırlanan bildiriyi Komite üyesi albay Alparslan Türkeş'den dinleyeceksiniz."

Tekrar bir cızırtı oldu sonra gür bir ses duyuldu kutudan.

"Sevgili Vatandaşlar, Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri, memleketin idaresini ele almıştır. Bu harekâta Silahlı Kuvvetlerimiz; partileri içine düştükleri uzlaşmaz durumdan kurtarmak ve partiler üstü tarafsız bir idarenin nezaret ve hakemliği altında, en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırarak idareyi, hangi tarafa mensup olursa olsun, seçimi kazananlara devir ve teslim etmek üzere girişmiş bulunmaktadır..."

*****

Radyo ile tanışmamız ilk kez bu şekilde oldu.

Doğu bölgesindeki köylerde hiçbir iletişim aracının olmadığı dönemdi. Dünyada neler olup bittiğinden habersizdik. Çevre köylerde olan bir olayı bile bazen günler sonra duyardık. İlde, ilçede olan haberleri de çoğunlukla çerçilerden öğrenirdi büyükler. Elazığ, Bingöl, Malatya, Diyarbakır, İstanbul, Ankara gibi şehirler, babaannemin anlattığı çiroklardaki kaf dağının arkasındaki yerler gibi geliyordu bize.

O yüzden, ülke siyasal tarihinde bir dönüm noktası olan 27 Mayıs 1960 darbesi haberini aynı gün duymamız, köyümüze getirilen ilk radyo sayesinde oldu.

Bahri Kayaoğlu 

7 Ocak 2024 - Köyceğiz

ÇERÇİ: Eskiden, köy köy, kasaba kasaba dolaşarak, herkesin ihtiyaç duyduğu ufak tefek eşyaları satan kişilere çerçi denir.

AĞIL: Koyun, keçi ve sığır sürülerinin geceleyin barındığı, üstü açık, çevresi çit ya da duvarla çevrili yer.

Editör: Haber Merkezi