NET TÜRK TV / KİTAP OKU'YORUM
SAKLI YÜREK
Usta yönetmen Ferzan Özpetek bir kez daha hayal gücünü serbest bırakıyor. Ve yeni romanı Saklı Yürek’te, farklı zaman ve mekânlarda yaşayan, her engeli aşarak birbirleriyle konuşmaktan vazgeçmeyen iki kadının ve onları buluşturan büyük sırrın hikâyesini anlatıyor
Ferzan Özpetek yeni romanıyla geldi ve yine bizleri kalbimizin tam orta nokstasından yakaladı. Benim için her zaman renklerin, ışıkların ustası olan Ferzan Özpetek, romanlarında da duyguların hemen her türlüsünü renklerin bin bir tonu misali anlatmasıyla benim için özel olan bir yönetmen/ yazar. Filmleri nerede bitiyor romanları nerede başlıyor kafamda belli bir sınırdan bahsedemem ama Ferzan Özpetek adını ne zaman duysam güzellik, duyarlılık, estetik, aşk, dostluk ve güzel sofralar gelir aklıma; binbir renk uçuşur ruhumda… İşte Özpetek, dördüncü ve Can Yayınları etiketli yeni romanı Saklı Yürek’te (İtalyanca aslı İtalya’da geçtiğimiz nisanda yayımlandı) bir kez daha kadın kalbini ve aşkın hem yaratıcı hem de yıkıcı gücünü anlatıyor. Roma’da geçen öyküde 18 yaşında bir genç kızla Alice ile tanışıyoruz. Annesiyle son derece kötü bir ilişkisi olan Alice, daha küçük bir kızken evlerine gelen Irene adlı bir ressam kadınla kurduğu sıcak dostlukta aradığı anne yarısını bulurken, yıllar sonra Irene’nin ölümünden sonra ona bıraktığı Roma’daki lüks dairesinde ise hem Irene’nin kayıp ressam aşkı Tancredi ile yaşadıklarının ardındaki sırrı hem de kendi özgürlüğünü ve gücünü keşfeder. Her zamanki gibi bir solukta okunan, sıcak ve dönüştürücü bir öyküye imza atan Ferzan Özpetek ile zoom üzerinden söyleştik.”
Saklı Yürek’in teşekkürler bölümünde “İlk teşekkürüm, farkında olmadan, anlattıklarıyla beni Alice ve Irene’nin hikâyesini kaleme almaya –ve değiştirmeye ve sonra yeniden yazmaya– iten herkese,” diyorsunuz. Bu hikaye ve kahramanları nasıl doğdu, size onların sesini ilk fısıldayan kimlerdi ya da siz bu hikayeyi ne zaman içinizde yaşamaya başladığınızı hissettiniz?
Ben ilk başta başka bir proje yazıyordum. Pek iç açıcı bir proje değildi o. Türkiye'de geçiyordu ama biraz ağır bir projeydi. Biraz bunu bekleteyim, belki ileride yaparım dedim. Bu arada şu aklıma geldi, bundan 15 yıl önce tanıdığım bir oyuncu kız vardı. Onun hikayesi çok ilgimi çekmişti. Güneyli bir oyuncuydu. O 6 yaşındayken evlerine Roma'dan teyzesi geliyor ve çok hoş bir ilişkileri, konuşmaları oluyor. Sonra o teyze gidiyor. Aradan 3-4 yıl geçiyor, kız evde yalnızken, telefon çalıyor, cevap veriyor, teyzeyle konuşuyorlar. Bunun üzerine kızın annesi ikisinin arasını yapıyor, ikisini görüştürüyor. Çünkü bence, kız söylemedi ama herhalde ümit ediyor ki bu teyze ona bir şeyler bırakır belki... Ve kıza 19-20 yaşındayken Roma’daki evini bırakıyor. Kız da Roma'ya geliyor, orada oyunculuk yapıyor. Şu anda zaten meşhur bir oyuncu. Yani başlangıç olarak böyle bir hikâyeydi yola çıktığım. Ama anneler çok farklı tabii. Teyze ise garip bir kadın, ev kadını, bunu da değiştirdim, ressam yaptım, hikâyeye resim olayını koydum. Ben bir şeyden hareket ediyorum ve onu kendi kafama göre değiştiriyorum hep. Hayatımda hep öyle oldu her şey. Filmlerim de öyle oluyor. Bir şeyden hareket ederek kişilikleri, karakterleri ortaya çıkarıyorum.
“Hayatım hep yaşayanlar ve yaşamayanlar arasında gidiyor”
Bu kez her zamankinden farklı bir ana kahramanınız var. Annesinin baskılarından yılmış, imkansız görünen rüyası olan oyunculuk mesleğine adım atmaya kararlı bir şekilde, kendisine sürpriz bir şekilde miras kalan Roma’daki evde tek başına yaşama yolculuğuna çıkan çekingen ama cesur, 18 yaşındaki bir genç kız Alice… Alice nasıl doğdu? Bu arada ikinci kez Alice adlı bir kahramanınız var…
Evet, Nuovo Olimpo filmimde de var… İki arkadaşım var, kızlarını bundan tam 7 yıl önce kaybettiler, 15 yaşındayken kızları trafik kazasında öldü. Hayatları mahvoldu, söndü bir süre. Adı Alice’ydi ve bana hüzün veriyordu. Çünkü annesi yakın arkadaşım, kadının hayatı tamamıyla değişti. Bir annenin babanın çocuğunun kaybını yaşaması çok zor. Sonra ben de dedim ki, bir film yapıyorum ve oradaki kıza Alice ismini koyacağım. Anne çok sevindi. Hatta filmi kıza adadım. Sonra, bir kitap bir yazıyorum ve yine Alice koyacağım karakterin ismini dedim. Yine çok sevindi. Ama dedim ki, “Bak, senin kızınla olan ilişkin gibi güzel bir ilişkisi yok bu karakterin annesiyle, alınma sakın!” Güldü… “Olur mu canım! Alice'yi bir yerde yaşatıyorsun, çok hoşumuza gidiyor,” dedi. Kitabın satışları burada çok iyi gidiyor. Alice bize bayağı yardımcı oluyor yukarıdan diyorum, gülüşüyoruz. Kitabı adadığım diğer kişi, Rossana da, benim Lecce'den, Serseri Mayınlar’ı çektiğim şehirden yakın bir arkadaşım, onu da geçen sene kaybetmiştim. Hoşuma gidiyor artık olmayan, giden insanlara adamak… Abim Asaf'ı Cahil Periler'deki Burak Deniz'in kişiliğine koydum mesela… Çünkü hayatım hep yaşayanlar ve yaşamayanlar arasında gidiyor. Artık olmayanları olmuş gibi görmek hoşuma gidiyor. Herhalde yaşlılığın getirdiği bir şey ama eskiden de vardı bende böyle...
Bu Alice’nin olduğu kadar ona bu evi miras bırakan manevi teyzesi ressam Irene’nin de öyküsü aynı zamanda. Irene’yi o kadar canlı bir şekilde tasvir etmişsiniz ki onun gerçek olduğu hissine kapıldım. İlham aldığınız birisi var mıydı?
Irene'de biraz ben varım; ben bir sürü teyzelerle büyüdüm, onlar var. Annem var çokça. Tancredi içinse bana ilham veren bir ressam çocuk var… Bir gün onun sergisine gittim, bana bir resmini hediye etti, evde duruyor, çok kıymetli bir resim yani, bayağı pahalı. Sonra beni stüdyosuna davet etti, gittim. “Biraz şampanya içelim,” dedi. “Sen dedi ressamlık yaptın,” dedi sonra. “Evet,” dedim “ben de ressamlık yaptım, hatta çerçevecide de çalıştım.” Aynı zamanda resim de yapıyordum. Sonra resimleri satıp resimden geçinmeye başladım. Cahil Periler'deki resim benim resmimdir. Bazen yazıyor Instagram'da insanlar, bakın sizin resminiz bizde var, diye. Çok hoşuma gidiyor. O zamanlar çok ucuza almış, çünkü ben haftalık 80 bin liret kazanıyordum. Babamla aramız açılmıştı. Ben sinema yapmak istiyordum, babam da “o zaman çalışacaksın” dedi. Ben de gidip çerçevecide çıraklık yapmaya başladım. Çerçeve yapmayı öğrenirken ambalaj kağıtlarına resim yapıyordum. Gelenler beğenip satın almaya başladılar. Bahsettiğim ressam da benim bazı resimlerimi görmüş, çok hoşuna gitmiş. “Gelsene beraber bir resim yapalım,” dedi. Oturduk, içki içtik, o resim yaptı, “sen de bir fırça at” diyor, ben gülüyorum… Çok hoş, çok enteresan biriydi. Dedim ki bu çocuğu koyayım kitaba, onu tarif edeyim dedim kişilik olarak. Çünkü hakikaten Tancredi’ye benziyordu. Aramızda hiçbir şey olmadı. Olabilirdi, çok güzel şeyler olabilirdi ama ben artık biraz evde kalmış tavrındayım ve hayatımda başka bir insan var (gülüyor). Instagram hesabını bir arkadaşıma gösterdim, “Tancredi'yi bu çocuktan ilham alarak yazıyorum” dedim. “Ferzan çok hoş herif bu, çok tuhaf bir şekilde benziyor karakterine,” dedi. Çok hoşuma gitti. Çünkü ben kalkıp da bu çocukla beraber orada olsaydım, her gün oraya gitseydim, beraber resim yapsaydım bambaşka bir şeye dönebilirdi. Dönmedi ama benim kafamda döndü tabii bir şekilde. Yani böyle olsaydı diye yazdım bu karakteri. Kitabın içine girdi bir şekilde, Irene Hanım’ın eline geçti, benim elime geçmedi.
Kitapta Irene ve Alice arasında geçen bir diyalogdan: “Çocukken hikâye hayal etmeyi öğrenenler ömür boyu vazgeçmezler. Neden biliyor musun?” “Hayır.” “Bizi hayatta tutan güç budur da ondan.” Sen nasıl hatırlıyorsun?” Irene Teyze: “Ben onları resmediyorum,” dedi.” Öykünün kalbini her ne kadar büyük bir aşk ve tutku hikayesi oluştursa da bir yandan da asıl olarak hayal gücünün ve yaratıcılığın kutlandığı bir öykü bu değil mi?
Öyle, tabii ki öyle. Ben de diyorum ki “Ben onları filme alıyorum,” veya “kitap yapıyorum”. Yani aslında kadının cevabı benim cevabım, kendi cevabımı koydum oraya.
Keza romanda bir yerde Poe’nun şu alıntısını da kullanıyorsunuz: “‘Gündüz hayal kuranlar, yalnızca geceleri düş görenlerin gözden kaçırdığı birçok şeyi bilirler.’” Siz de bir gündüz hayalcisi misiniz? Ve Alice gibi çocukken siz de hikayeler hayal eder miydiniz?
Kesinlikle. Hep, hep, hep. Çok uydururdum, hikayeler anlatırdım. Bazen inanırlardı. Başımı derde soktuğum bile olmuştur bu konularda. Olmayan bir şeyi olmuş gibi anlatırdım, annem çok gülerdi, anlardı hemen benim uydurmaya giriştiğimi. Fantezi çok güzel bir şey bence. İnsanı çok oyalıyor. Bir yandan da çok kalabalık, çok fazla kadının olduğu bir ortamda çok yalnızdım, yalnız bir çocuktum. O yüzden belki fantezilere gidiyordum.
Hayatımızdaki yanlış insanlara bir yandan da teşekkür etmemiz lazım. Çünkü bize öteki insanların ne kadar kıymetli olduklarını gösteriyorlar
Roman şu epigrafla başlıyor: “Anılar hatırlandığı sürece ayrılık olmaz.” Bu söz roman bittikten sonra bile benimle kaldı ve kendi içinde derinliklere açılmayı sürdürdü. Irene ayrılığın üstesinden gelebilmek için anılarına bile tutunamıyor ama çünkü yaşadığı derin belirsizlik, anılarıyla dahi yabancılaştırıyor onu. Burdan şuna gelmek istiyorum. Anılarımız ne kadar bize aittir? Yoksa gerçeklerle sürekli değişen yapısıyla onlara bile mi sahip olamayız? Ve bununla nasıl başa çıkabiliriz?
Benim hayat felsefem, paylaşım. Yani gördüğüm güzel bir şeyi başkasıyla paylaşmak. Bu paylaşma olayında da yaşayan ve yaşamayan insanlar, onların anıları var. Anılarımız olmadan ilerlememiz çok zor. Tabii anılarımız üzerinde kalkıp ağıtlar yakmak falan değil. Sadece hoş olarak hatırlıyorum bir sürü şeyi. Hani deriz ya, geçmiş olmadan bugün olmaz. Hatırlamadan bugünün olması çok zor. O yüzden bende hep bir paylaşım olayı var. Covid dönemiydi, İtalya korkunçtu. Pencereden dışarıya bakıyorum, her taraf boş. Ondan altı ay önce kaybettiğim bir arkadaşım vardı. Diyordum ki, “İlk gittin bak, iyi ki gittin de bunları görmedin.” Ama bayağı sesli konuşuyordum. İşte bu çok güzel bir şey, ah bunu keşke görseydin dediğim insanlar var. Geçenlerde yolda yürüyorum. Şimdi başka bir mahallede oturuyorum. 46 yıldır oturduğum evden ayrıldım ama evi hiçbir şeye dokunmadan bıraktım öylece. Tencereler bile kaldı. Ama o mahallede yaşamak artık çok zordu benim için. Özpetek turları düzenliyorlar oraya, Cahil Periler turları var. Aşağı iniyorsunuz 10 kişi var, fotoğraf çektireceksiniz, selfie yapacaksınız... Bunlar çok da güzel şeyler ama bir yandan da modunuz olmadığı zaman zor oluyor.
Bunu niye anlatıyorum? Çünkü o eve doğru gidiyorum geçenlerde. Giderken aklıma geldi, hep gittiğimiz bir dondurmacı vardı. Oradan geçerken aklıma geldi. Dedim ki ya buradaydım işte 25 yıl önce falan, belki 30 yıl önce. Orada oturduğumuz bir akşamüstü geldi aklıma. Dondurma yiyorduk, konuşuyorduk, gülüyorduk… Yüksek sesle, ne kadar güzeldi dedim iki arkadaşımın ismini söyleyerek. Sizlerle ne kadar gülüyorduk değil mi, dedim. Kim bilir ne yapıyorsunuz? Benim yanımdasınız mutlaka, falan dedim. Karşıdan da iki kişi geliyor. Bana baktılar. Kendi kendine konuşan bir adam, diye düşünecekler dedim. Elimde cep telefonumu tutuyorum ya, cep telefonuma gözleri gitti ve, ah tamam dediler, ifadelerimden anladım. Zannettiler ki ben cep telefonumda, kulaklıkla konuşuyorum… Böyle şeyler oluyor yani, anılar deyince bir sürü şey birbirine karışıyor.
Anılara sahip çıkma yönteminiz olmayan insanlarla konuşmak mı yani, böyle diyebilir miyiz?
Konuşmak, hatırlama… Hatta pişirdiğiniz bir yemek. Küçük jestler var hayatta yapılan. Küçük olaylar var. Onlar insana iyi geliyor. Kalbine iyi geliyor insanın.
“Arzuların coşması sanatla çok ilgili”
Irene ve yine kendisi gibi ressam olan sevgilisi Tancredi arasındaki aşk ve cinsel tutku büyük bir yaratıcılık patlamasına dönüşüyor ve sıra dışı güzellikte eserler yaratıyorlar. Yaratıcılık ve aşk/cinsel tutku enerjisi arasındaki bağ hakkında neler söylemek istersiniz?
Çok komik gelecek size ama, bende reflü başladı ve doktor bir ilaç verdi. İlaç reflüyü geçiriyor ama aynı zamanda bütün libidonu bitiriyor. Bir yandan filmin içini yazıyorum, soğuk bir havam var, kafamda bir sıcaklık yok… İsteksizlik var, libido sıfır. Sevgilim dedi ki “Ferzan, çok etkiliyor biliyorsun. Cinselliğin arzunun getirdiği şey aynı zamanda yaratıcılığı da etkiliyor.” “Çok doğru, yani şu anda ben bu ilacı kesiyorum,” dedim. Ondan sonra reflü tekrar başladı. Soğuk insanlar vardır ya hani hiçbir şeyden etkilenmezler, öyle olmak istemiyorum hiçbir zaman. Ve sorunuza cevap olarak diyorum ki alakalı, çok alakalı. Cinselliği sadece seks olarak düşünmeyin. Cinsellik aynı zamanda bir sürü şeyin canlanması, bir sürü arzunun coşması demek. O arzuların coşması da sanatla da çok ilgili, kesinlikle.
Bu kez bu hikâyenin başrolünde resim sanatı var. Renklerin sizin için çok önemli olduğunu biliyorum. Peki resim sanatı sizin için ne ifade ediyor?
Ben iki yıl boyunca resimden geçindim burada. Benim için resim, fotoğraf, renk, ışık, özellikle ışık en önemli şey. Işık hayattaki en önemli şey. Öyle ışık vardır ki çok hoş bir insanı çok kötü ya da ortalama bir insanı müthiş güzel gösterebilirsiniz. Benim hayatım tamamıyla ışık, tamamıyla resim. En beğendiğim filmlerin ortaya çıkması hep ışıktan oluyor. La Traviata'yı sahneye koyarken operada ya da kitap için bir şey düşünürken kafamda yarattığım resim çok önemli. Film çekimindeki görüntü çok önemli. Tiyatro oyunu koyuyorum sahneye, oradaki görüntü çok önemli. Hep ışıkla, resimle ilgili bu. O yüzden imaj en önemli şeylerden birisi hayatımda. Tabii ki görüntü derken sadece görüntü olmaması lazım, görüntünün getirdiği bir ağırlık olması lazım. Ağırlık dediğim şeyin anlamı bilmiyorum ama ikisinin beraber olması çok önemli. Venedik için bir enstalasyon yaptım, Venetika. Çok tutuldu, çok beğenildi, acayip bir sürü şey yaptık. Görüntülerine insanlar deli oldular. Hatta buradaki Maxi Müzesi, o görüntülerden yedi tane fotoğraf alıp bir sergi yaptık. Bunlar çok hoş şeyler; görüntü, ışık, resim benim için çok önemli.
“Hayatımızdaki yanlış insanlara teşekkür etmemiz lazım”
Öte yandan Alice’nin oyunculuk tutkusu nedeniyle, sinema setleri, oyunculuk ve figüranlık meseleleri gibi bölümler de yer alıyor. Figüranlar üstünde cinsel bir güç kullanan olumsuz bir cast yöneticisi dahi var. Cesare karakteri hakkında neler söylemek istersiniz?
Cesare tipi beni çok eğlendiren bir tip. O insanlardan çok tanıdım ben hayatımda. Herhalde siz de tanımış, tanışmışsınızdır o tiplerle. Onlar olmasa Tancredi'nin veya kızın karşılaştığı adamın önemi olmazdı. Hayatımızdaki yanlış insanlara bir yandan da teşekkür etmemiz lazım. Çünkü bize öteki insanların ne kadar kıymetli olduklarını gösteriyorlar. Geçenlerde Milano'da, kitabın tanıtımında bir oyuncu yanıma geldi. Dedi ki, “ya Ferzan, Tancredi gibi bir adamla tanışamadık, hep Cesare'yle tanıştık.” “İnşallah Tancredi’yle de karşılaşırsın” dedim. (Gülüyor)
Bu romanda en sevdiğim karakterlerden biri ise Alice’nin ev arkadaşı ve yakın dostu, sağduyulu olduğu kadar zeki, bilge ve eğlenceli de bir karakter olan Davide oldu. Hatta bazen Davide’nin siz olduğunuzu ve Alice’ye Davide aracılığıyla öğütler vermeye çalıştığınızı bile düşündüm. Ne dersiniz?
Hiç değil, hiç hiç hiç… Hatta benden uzak bir tip. Öyle tanıdığım çok insanlar olmuştur hayatımda. Onlara örnek verdim. Alice’ye bir ev arkadaşı vereyim dedim, tatlı ve iyi bir adam olsun diye düşündüm. Böyle ortaya çıktı, ben değilim yani. Ama siz böyle sorunca ben daha çok kim olurum diye düşündüm de, ben birazcık İrene birazcık Alice'yim, birazcık...
Yani kendim tam olarak şuyum diyemem. Ama hayatımda hep Irene gibi insanların oldu.
Wislawa Szymborska diye bir şair vardır, Polonyalı, Nobel ödüllü. İyi dostluğumuz oldu onunla. Kutsal Yürek filmini yaptığımda bir sürü yabancı gazeteci ilgilendi. Bir gazeteci arayıp röportaj istedi. Yapmak istemiyorum dedim. Adam Polonya'lıyım deyince kabul ettim. Adam şaşırınca “ben Szymborska'nın hayranıyım” dedim. Röportajı yaptık.
Aradan iki ay geçti, bana bir şiir kitabı geldi. Kitapta Szymborska'nın “Bütün kalbimden Ferzan'a” diye bir imzası vardı… Torino Kitap Fuar’ında halka tanıştırılacaktı. Ferzan Özpetek gelip beni tanıştırsın demiş insanlarla. Gittim. Kadını tanıttım, sonra yemeğe çıktık, aradan 15-20 gün geçti, tekrar Roma'ya geldi. Hayal edemediğim insanlarla beraber çok güzel bir akşam yemeği yedik, çok güldük. Böyle bir hoş bir şey oldu aramızda. İşte bunlar Irene'nin tavırlarıydı. Ama ben bunları direkt olarak değil, indirekt olarak söylüyorum. Şimdi de var yine hayatımda öyle insanlar.
Irene ruh ikizini, Tancrede’yi buluyor ama beklenmedik kadar erken kaybediyor ve hayata küsüyor. Alice ise daha hayatının başında ve aşk yaşamında bir dolu hata yapmakla meşgul. Ev arkadaşı Davide ona şöyle söylüyor: “Ruh ikizini beklerken biraz eğlenmekte bir sakınca yok ama, değil mi? Önemli olan bu: İster bir gün, ister bir ay, ister sonsuza dek sürsün, aşk seni hep gülümsetmeli, asla ağlatmamalı!” Biz aşkı ve ruh ikizi meselesini gözümüzde mi çok büyütüyoruz yoksa aşkın pek çok çeşidi mi var? Ya da onu yanlış mı anlıyoruz?
Aşk ağlatmamalı çünkü aşk acı vermemeli. Acı veren şey aşk değildir bence. Acının da bir tonu var. Değişik bir tonu var çünkü bazen acı veriyor ama durup dururken acı vermesi arasında da bir fark var. Size kötü davranan, kaybolan, üzerinizde endişe yaratan bir insan aşk olamaz. Bazen öyle ilişkilerimiz oluyor ki bize ters düşecek, bizi zora sokacak insanlara bağlanıyoruz. Öyle bir huyumuz var. Kendi kendimizi cezalandırma huyumuz var. Ama insan yavaş yavaş anlıyor. Aşkın pek çok çeşidi var.
Irene bir yerde “Kolay yoldan gittim, hayranlarıma kulak verdim; oysa sanatın gerçek değeri seni onaylayanlarla ölçülemez. O ise doğuştan bir dâhi, et ve kan, kemik ve tenden ibaret: Görülmeyi beklemiyor, yalnızca kendini ifade etmeye ihtiyaç duyuyor,” diyor. Dünya çapında hayranları olan, çağımızın en önemli yönetmenlerinden biri olarak ya siz kendinizi bu konuda nereye koyuyorsunuz? Hayranlarına kulak veren mi yoksa sadece kendini ifade etmeye ihtiyaç duyan bir sanatçı mı?
Dünya çapında deyince ben şaşırıyorum, neyse. Şu anda karşımda bir sürü ödül var. Belki 60-70 tane… Ama ödüllerin, festivallerin hiçbir özelliği yok benim için. Mesela Antalya Film Festivali jüri başkanıydım, çok eğlendim, çok hoşuma gitti. İlk filmim Haman’la katıldığım festival çok önemliydi benim için. Cannes'a da gittim Hamam filmiyle, sonra Venedik'te jüri oldum. Bunların hepsi anılar ve geçici şeyler. Geriye kalan tek şey yaptığım filmler. Bana yazıyorlar, Serseri Mayınlar’ı 20-25 kere seyrettim diyenler var. Ben bir filmi yaparken heyecanlandıysam, o gün içimden ağlamak ya da gülmek geldi, böyle duygularım olduysa diyorum ki içimden, bu o tanımadığım seyirciyle de olacak, onlarda da olacak bu duygular. Onlarla bunu paylaşacağım diyorum. Ama bu onlardan onay alacağım demek değil. Onlarla duygularımı paylaşma olayı. Alkış almak, onay almak değil, onaydan da bahsetmiyorum, paylaşmaktan bahsediyorum ben. Bundan önce yazdığım kitapta da vardır, Bir Nefes Gibi. Yazarken kendi kendime gülüyordum. Çünkü kafamda okuyucular var, benim gibi okuyucular var. Ben de okuyucu oluyorum o anda. Ben de çekim sırasında yönetmen veya seyirci oluyorum. Bilmiyorum anlatabildim mi?
Davide son zamanlarda aşka dair okuduğum en güzel ve bilgece tanımlamalardan birini yapıyor ve “Dünyanın siyah beyaz değil, aksine bütün tonlarıyla gri olduğunu unutma. Dünyada en çok aradığımız şey olan gerçek aşk ise işte o ara tonlarda gizli. Hepimiz grinin, kırmızının ya da mavinin hayallerimizi renklendiren bir tonuna sahibiz. Çekim dediğimiz şey şaşırtıcı ve tekrarlanamaz bir kimyasal reaksiyon, inan bana,” diyor. Bunu biraz daha açabilir misiniz?
Niye bir insan bizim dikkatimizi çekiyor, hoşumuza gidiyor? Niye birisine aşık oluyoruz? Kalpte niye yer veriyoruz o insana birdenbire? Bu dostluklarımda da oluyor benim. Yani niye o insandan birden böyle bu kadar sıcak dost oldum? Bana çok ters fikirli olan bir insanla da çok hoş bir ilişkim olabiliyor. Siyah-beyaz olayına ben de inanmam. Hayatımda renklerin olduğuna çok inanıyorum. Değişik tonların olduğuna. O yüzden koydum o cümleyi.
Irene’nin Alice’ye en büyük öğüdü ise “ne pahasına olursa olsun aşkının da yeteneğinin de peşinden git. Ama başına her türlü şey de gelebilir. Hiç şaşırma, hiç sevinme: Bil ki hayat senden hepsinin hesabını soracak. Ne olursa olsun, sen ışıldamaya devam et,” oluyor. Bu öyküden çıkaracağımız ders burada mı gizli? Ne olursa olsun, sen ışıldamaya devam et…
Kitabın kalbi en sonda, kadının söylediği en son cümlelerde gizli. Onu şimdi söyleyemeyiz tabii ama orada gizli. Seçeceğin yol, hayatta yapacağın şeyler çok önemli. Kadının yazdığı son mektup benim için çok önemli.
Öte yandan bu öykünün saklı yüreğinde, rahatsız edici bir şekilde sevmeyi beceremeyen bir anne ile kan bağı olmasa da bir anne kadar sevebilen bir manevi teyze ile babalıkla ilgili ‘yoksunluklar’ da var. Bir röportajınızda “Abilerimle ilişkim çok iyidir. Annemle de müthiş. Babamla o kadar değildi. Ama babam gittikten sonra onu da kendi içimde çözdüm” diyorsunuz. Bu öyküdeki öz/manevi anne-baba figürleri kendinizden ne kadar yansıdı?
Yok, oradaki anne fikri şöyle ortaya çıktı: Çok yakın, eskiden beraber olduğum bir arkadaşımın yengesi vardır, kocasını mahveden korkunç bir kadındır. Ben o kadının ismini kullanarak bayağı kadının hikayesini, yani kadının kişiliğini yazdım. Ama kitap baskıya girecekken son anda ismini değiştirdim. Çünkü kadın diyecek ki bana, ulan beni yazmışsın. Sonra arkadaşım dedi ki yengesi için, “Anlamaz, kendini öyle hissetmiyor ki o!” Anlamaz dedi ama çok belliydi. Kızıyla ilişkisi mesela kadının… Ben bir kere gittim bunların şehirlerine, küçük bir kasabada oturuyorlar, yemeğe davet ettiler beni. Kızıyla oğlu var. Oğlana çok hoş davranıyor. Kız da topluca bir kız ama dünya güzeli. Kadın kızı mahvediyor.
Ay sen ne kadar yedin, lombuk lombuksun falan diye bizim yanımızda konuşuyor. Onlar aklıma geldi, öyle bir pislik yazdım ben de. Benim annem ve babamla ilgili bir karakter yok yani, onlar daha değişik karakterlerdi, daha değişik kişilerdi.
“Ferzan Özpetek dokunuşu” diyorlar ya sizin filmleriniz için, özellikle İtalyanlar bunu daha çok kullanıyorlar. Bu bence artık kitaplarınız için de geçerli. Bunun formülü yok biliyorum ama içgüdüsel olarak ve tutkuyla yapmak mıdır bunun aslında özü?
Nedenini bilmiyorum ama şimdi yaptığım filmde 16 tane oyuncu kadın var. 12 tanesi büyük starı buranın. Hepsi senaryoyu okumadan filmi kabul ettiler. Yani hiç kimse, hiçbir ajans kalkıp da senaryo kalın falan demedi. Bir kadını senin filminde görüyoruz harika, müthiş güzel çıkmış, çok iyi oynuyor, müthiş bir performansı var. Bir başka filmde görüyoruz bambaşka bir insan diyorlar. Bunun nedenini bilmiyorum ben, açıklayamıyorum. Çok dikkatli olmam olabilir, bilmiyorum. Ama hoşuma gidiyor bunu duymak. Yani Ferzan Özpetek dokunuşu dedikleri şeyin ne olduğunu ben bilmiyorum, bilmek de istemiyorum.
Büyük sofralar, özel yemekler sizin alameti farikalarınızdan. Ama bu öyküde bir iki küçük örnek dışında lezzete ve sofralara dair pek bir sahne yok. Merak ettim…
İki-iki buçuk yıldır 14 kilo falan zayıfladım, o yüzden olabilir (gülüyor). Kitapta bir restoran var. Oturduğum eve yüz metre ileride bir restoran. Tesadüfen keşfettik orayı. Simone (hayat arkadaşı) motosikletin üzerinde cep telefonunu unuttu. İsmi La Pollorola olduğu için tavuk restoranı zannediyorduk. Neyse, telefonu aradık. Cevap verdiler, biz de gidip telefonu aldık, ayıp olmasın diye de akşam yemeğe gittik. Acayip güzel bir akşamdı, sahipleriyle konuştuk. Çok meşhur bir Amerikalı oyuncu vardı, onun gittiği bir yer, karanlık tipler de geliyor. Tuhaf, karışık bir ortam var ama yemekleri mükemmel. Ben de Alice’nin iş bulma sahnesini oraya koydum, isimleri değiştirdim tabii. Şimdi diyorlar ki, birisi geldi bizi kitaptaki isimlerle çağırıyor, gülüyorlar. Öteki restoranlar çok kıskanıyorlar, çünkü Instagram'da bile çıktılar. Meşhur bir sunucu kadınla gittiğim zaman orada resim çekildik, koyduk, bu çevredeki bütün restoranlar bana bozuk çalıyorlar biraz, hep oraya gidiyorum diye.
Bir önceki romanınız olan Bir Nefes Gibi’de de bir gün kapıyı çalan ve geçmişten sırlar getiren bir yaşlı kadın karakter vardı. Roma ile İstanbul arasında gidip gelen bu öyküde de büyük bir aşk ve aile sırları mevcuttu. Bu kez İstanbul yok ama sanki farklı bir aynadan yansıyan benzer temalar var. Ne dersiniz?
Birbirine benzeyen temalar var dediniz. Evet. Kişiliklerden bahsediyorsunuz sanırım siz. Evet ben de onu hissediyorum. Benim kafamda var ama herkes çok farklı, çok etkilendim, ötekinden çok farklı, ötekisi de çok hoşuma gitmişti ama bu da çok hoşuma gitti, hatta bunu daha çok beğendim diyor. Ama ben de hep içimden sizin gibi düşünüyorum. Karakterlerin anlatımında bir şeyler var birbirine benzeyen. Bana da öyle geliyor hep. Ama ne olduğunu bilmiyorum. Bana deseniz ki nedir, bilemem. Bir his belki bu. Burada iki kişi var. Bir önceki romanımda da iki kız kardeş vardı. Orada mektuplar vardı. Burada duvara asılı yapıştırılmış resimler ve mektuplar var. Öyle bir benzerlikler var ikisinin arasında. Yine bir şekilde duyguların, aşkların, hayal kırıklıklarının olduğu dünyayı anlatıyorum.
Bu roman diğer romanlarınızın yanında sizin için ne ifade ediyor?
Kitap baskıya girerken, kitabın son bölümünün bir kısmını başa aldım. Kızın yaptığı deneme filmininin olduğu kısım. O film kitabın sonundaydı tamamıyla. Onu başa aldım çünkü kafalarda bir şey yaratmak istedim. Beklenti ne oluyor? Nasıl oluyor? Soru işareti. Bir soru işareti yaratıyor gerçekten o. Orada Alice’nin kararını vermesi çok hoşuma gidiyor. Aferin kızım sana diyorum. Kendimi biliyorum. Yapacağım başka şeyler de var hayatta. Hayat öyle bir şey, tabii ki sinema çok önemli, tabii ki resimler çok önemli, ama bazen hayatta başka şeyler de öne geçiyor, geçebiliyor. Çok önemli bir film çekeceğim ama o anda bana ihtiyacı olan, benim gerçekleştirmek istediğim bir şey olduğu zaman o film geride kalıyor. Bana kendi kendime karşı haz duydurtuyor.
Saklı Yürek’in sinemaya uyarlanması söz konusu mu?
Bir Nefes Gibi’yi burada bir sürü prodüktör istedi. Hele bir tanesi acayip bir fiyat verdi, anormal bir fiyat. Beni ilgilendirmiyor, şu anda yapmak istemiyorum, çekmek istemiyorum, dedim. Zaten Türkiye'yle ilgili bir hikâye. Yarısı Türkiye'de çekilecek. 60'ların 70'lerin Türkiye'si var, çok zordu… Saklı Yürek de çekilebilecek bir şey tabii, senaryo gibi. Hatta insanlar diyorlar ki biz okurken gözümüzün önünde canlanıyor her şey. Tamam, anlıyorum, güzel ama şu anda yazdığım bir şeyi filme çekmek içimden gelmiyor. Belki 3-4 yıl sonra artık çok fazla yaşlanmadan çekerim, belli olmaz.
“Mina’nın benim hayatımda çok önemli bir yeri var”
Mina sizin için çok kıymetli bir dost biliyorum. Yine Teşekkürler bölümünde “Desteği ve yorumları olmadan bugün hiçbir film, tiyatro oyunu ya da kitap projemi hayata geçiremeyeceğim Mina’ya teşekkür ederim” diyorsunuz. Biraz ondan da bahsedebilir misiniz?
Son dört filmimde Mina'nın şarkıları var. Hatta bana hediye ettiği şarkılar var. Mina buranın bir ilahı gibi bir şeydir. 78 yılından beri hiç kimsenin görmediği bir kişi. Ben hemen hemen her gün görüşüyorum. Telefon mesaj, o şekilde ama buranın ilahıdır dediğim gibi. Buranın en büyük şarkıcısıdır, Beatles'tan tutun da en büyük dünya çapındaki şarkıcıların onunla söyledikleri şeylerde Mina bir tanedir. Hiçbir zaman Amerika'ya gitmemiş, gitmek istememiş, uçağa binmemiş, hayatta çok değişik seçimleri olan bir insandır. Benim hayatımda da çok önemli bir yeri var. Onun CD kapaklarının biçimlerine falan bakınca bugünkü Madonna falan yanında sıfır kalır. Çok ilerici, çok hoş şeyler yapmış bir kadındır, kafası çok çalışır. Şans Tanrıçası filmim için bana bir şarkı vermişti. Sonra Cahil Periler'in dizisi ve Olimpo için de. İtalyanlar için Mina kim gibidir? Müzeyyen Senar’ı, Sezen Aksu'yu, Ajda Pekkan'ı, hepsini birleştirin. Hepsinin toplamından daha fazladır. İlah gibidir. Çok hoşuma giden bir insandır. Bir şeyimi mi okuyor, okuduğu şeyde tak diye neyin iyi gittiğini, neyin gitmediğini söyler
Bir Nefes Gibi’yi ilk o okumuştur. Taslak halinde önce ona göndermişimdir ben kitabı. Kitabı gönderiyorum öğlen 2'de. Saat 7'de beni arıyor. Diyor ki “Okudum. Bütün telefonları kapattım, her şeyi kapattım, bırakamadım elimden okudum, bak kitap acayip satacak, olay bir kitap bu” diyor. Hakikaten burada çıktı üç hafta sonra bütün kitapçılarda bitti.
İtalyanca mı yazıyorsunuz?
İtalyanca yazıyorum, evet. Türkçe yazamıyorum. Türkiye’de olsam Türkçe yazarım. Ama İtalya’da yaşıyorum. Burada kalkıp da Türkçe yazamam. Türkçede büyük eksiklerim var mutlaka şu anda. 48 yıldır buradayım.
“Yeni filmime 1 Temmuz’da başlıyorum”
Sizi yakalamışken yeni film projelerinizi de dinlemek isterim. Şu ara nelerin üstünde çalışıyorsunuz?
1 Temmuz'da yeni filme başlıyorum. İpucu veremem ama sadece şunu söyleyebilirim, 16 tane kadın oyuncunun olduğu bir film. Yani erkek oyuncuların rolleri çok küçük. Hatta aralarında starlar da var ama yani bir günlük, iki günlük rolleri var. Kadınların tamamıyla çok önde olduğu bir film. Biraz sinirlenip bir değişiklik yapayım dedim film hayatımda. Seyircim, okuyucum, beni izleyen insanların yüzde sekseni kadın. Hayatta anlaştığım insanlar kadın. Dedim ki “Kadınlarla ilgili bir şey yap Ferzan.” Öyle yapıyorum, bakalım. Burada Noel'de çıkıyor. O yüzden de 1 Temmuz'da başlamam gerekiyor çekimlere. Sinemada programlı olmak çok hoşuma gidiyor. Çekerim, işte bekleriz falan yok. Asker gibiyim o konuda. 1 Temmuz'da başlıyoruz. Eylülde montajı bitmiş olacak. Aralıkta çıkması lazım.
Saklı Yürek / Ferzan Özpetek / Çeviren: Neval Barlas / Can Yayınları / Roman / 168 Sayfa (Röp: Elif Tanrıyar, Gazete Oksijen)
www.netturk.com.tr