1913 yılının soğuk bir Mart sabahında, Anadolu’nun derinlerinde, Arabgir’in tozlu sokaklarına gözlerini açtı Eliz. O gün, yıkık taş evlerde yankılanan sessizliği, kısa süre sonra fırtınaya dönecek acı bir melodi takip edecekti. Arabgir, küçük bir kasaba, fakat o günlerde adeta dünyanın merkezi gibiydi. Herkesin yüzünde, adını söylemeye çekindiği bir korku vardı. İnsanlar birbirine bakarken bile düşünceleriyle saklanıyor, umutlarını yüreklerine gömüyordu.
Eliz, babası Harutyun ile henüz birkaç ay geçirebilmişti. Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu getiren savaş günlerinde, Harutyun, Anadolu’nun dört bir yanına gönderilen binlerce askerden biri olmuştu. Gidişiyle birlikte, bir daha geri dönmeyeceği de anlaşıldı. Annesi, onun boşluğunu doldurmaya çalışırken, Eliz’in omuzlarına da ağır bir yük bırakıyordu. Eliz, kucağında annesinin ninnileriyle, kardeşlerinin sessiz bakışları arasında büyüdü. Savaşın her zerresini, her acısını derinlere kadar hissetti.
* * *
Zamanla, annesi çaresiz bir kararla karşı karşıya kaldı. Ya Eliz ve kardeşlerini alıp bilinmeyen bir sürgün yoluna düşecek ya da kendisini koruyacak bir erkeğin himayesine girecekti. Arabgir’de bir Türk’le evlenmek bu zorlu seçeneklerin en makulü gibi görünüyordu. Eliz’in annesi, çocuklarını korumak için bu teklifi kabul etti ve Eliz’in hayatına yeni bir isim, yeni bir kimlik ekledi: “Zehra.” Küçük Zehra, yeni babasını çabuk benimsedi. İlkokula başladığında, öğretmenleri onu “Zehra” diye çağırıyor, mahalledeki komşular onu o isimle anıyordu.
Bu yeni kimlikle birlikte, Eliz’in çocukluğu, acılardan uzakta, nispeten huzurlu geçti. Aile içindeki yeni düzen, onu koruyup kolladı. Okulda, Zehra adeta öğretmenlerin göz bebeğiydi. Ancak ne zaman ki akşam olur, ışıklar söner ve derin bir sessizlik çökerdi; işte o zaman Zehra, gerçek adını, Eliz’i hatırlar ve gözlerinden süzülen yaşlarla annesine sarılırdı. Gözleri kapalı halde mırıldandığı o eski Ermeni ninnileri, her ne kadar bastırılmaya çalışılsa da, ruhunun derinliklerinden yükselen bir ağıt gibi yankılanırdı.
* * *
Yıllar geçti, Zehra on yaşına geldi. Cumhuriyetin ilan edildiği o çalkantılı yıllarda, ailesinin kaderi bir kez daha değişti. Babası yerine koyduğu adamın vefatı, hayatlarının altını üstüne getirdi. Artık Arabgir’den ayrılmak zorundaydılar. Yeni bir umutla Kayseri’ye göç etmeye karar verdiklerinde, yanlarına alabilecekleri sadece birkaç parça eşyaları vardı. Bu yolculuk, geçmişin yaralarını açmakla kalmadı, aynı zamanda daha büyük sorumlulukları da beraberinde getirdi.
Kayseri’ye vardıklarında, Zehra ailesiyle birlikte, terkedilmiş bir Rum evine yerleştirildi. Bu yeni şehirde, yabancılığın acısını bir kez daha yaşadı. Ancak her şeye rağmen, annesi ona sımsıkı sarıldı, elini bırakmadı. Kayseri Ortaokulu’na yazılan Zehra, burada yeni arkadaşlıklar kurmaya, yeni hayaller inşa etmeye çalıştı. Artık çocuk değildi; onun gözlerinde, yaşadığı acıların izleri birer birer belirginleşiyordu. Annesi, evin geçimini sağlamak için nakış işlerken, Zehra okula gidiyor, eve geldiğinde kardeşlerine yardım ediyordu. Onun için çocukluk çoktan bitmişti.
* * *
Ortaokulu bitirdiğinde, ailesi Anadolu’nun sancılarından kaçmak istedi ve İstanbul’a göç etti. İstanbul, Zehra için yepyeni bir başlangıçtı. Şehir, insanları ve hikâyeleriyle dopdoluydu. Ancak burada da zorluklar vardı; geçim derdi peşlerini bırakmamıştı. Zehra, kısa sürede daktilo kullanmayı öğrendi ve bir avukatın yanında işe başladı. Daktilonun tuşlarına her bastığında, hayatına dair yeni bir sayfa açılıyormuş gibi hissediyordu. Ancak Zehra’nın aklında, ruhunda hep bir eksiklik vardı: sanat.
Bir gün gazetede gördüğü ilan, içinde ukde kalan sanat aşkını tekrar canlandırdı. İstanbul Şehir Tiyatrosu yetenek arıyordu. Hemen başvurdu ve Muhsin Ertuğrul’un yönetimindeki tiyatroda, sahne ışıklarının altında dans etmeye başladı. Lüküs Hayat, Üç Saat ve Deli Dolu gibi operetlerde dans ederken, sahnede gerçek kimliğine bir adım daha yaklaştığını hissetti. Sahneye her çıktığında, içindeki tüm kimlikleri bir araya getirdi. Zehra Bilir sahnedeydi; ama aslında o, Eliz olarak da oradaydı.
* * *
1935 yılında, Selahattin Bilir ile evlendi. Bu evlilik, ona yeni bir kimlik, yeni bir inanç ve yeni bir hayat sundu. Müslümanlığı kabul etti ve çocukluğunda aldığı “Zehra” ismini benimsedi. Selahattin ile birlikte Anadolu yollarına düşüp Nuri Demirağ’ın inşaat işlerinde, yeni yerler, yeni hayatlar gördü. Dağların tepelerinden, köylerin tenha sokaklarına kadar her yeri gezdiler. Bu yolculuklar, Zehra'nın içindeki halk müziği sevgisini yeniden canlandırdı.
Her köyde, her kasabada duyduğu türküler, onu kendi köklerine bir adım daha yaklaştırıyordu. Zehra, düğünlerde, toplantılarda insanları dinliyor, onların türküleriyle yeniden doğuyordu. Türküler onun için sadece bir müzik değildi; geçmişin izlerini, kendi hikâyesini bulduğu bir ayna gibiydi. Artık o, türkülerin anası olmuştu.
* * *
1937’de İstanbul’a döndüklerinde, Zehra’nın yanında yüzlerce türkü vardı. Artık sahneye çıkan ilk halk müziği assolistiydi. Elinde, yüreğinde biriktirdiği tüm türkülerle sahneye çıkıyor, her seferinde yeni bir hikâye anlatıyordu. İnsanlar onu “Türkü Ana” olarak anmaya başladı. Anadolu’nun her köşesinden topladığı türkülerle, izleyenlerin kalbine dokunuyordu. Öyle ki, Türkiye’nin Édith Piaf’ı olarak adlandırılmıştı. Sahneye çıktığında, Türk halkı onu izlemekten vazgeçemiyordu.
Sahnede gösterişli kıyafetler giyip türkü söylemesi, o dönem için oldukça yenilikçiydi. Türkü Ana olarak sahnede duruşu, Anadolu’nun sıcaklığı, samimiyeti ve acılarıyla yoğrulmuştu. Onun sesiyle hayat bulan türküler, yeni bir anlam kazandı; Zehra, geçmişin acılarına inat, hayatın güzelliklerini sahneye taşıyordu.
* * *
Yıllar boyunca söylediği türküler, Zehra için yalnızca birer şarkı değil, hayatın kendisiydi. “Helvacı Helva” ve “Manda Yuvası” gibi türküler, onun Anadolu’yu, kendi hayatını ve halkın hüzünlerini yansıttığı birer ayna oldu. Sahneye her çıktığında, yalnızca sesiyle değil, kalbiyle de insanlara dokunuyordu. Onun sesinde yankılanan her nota, hem kişisel hem de kolektif bir hafızanın izlerini taşıyordu. Zorluklarla dolu bir çocukluk, kayıplar, göçler ve kimlik değişimleri; Zehra, bu acıları türkülere sarıp anlatmış, böylece kendi geçmişini Anadolu’nun melodilerinde yeniden yaratmıştı.
Yaşamının sonbaharında, sahnelerden uzaklaşsa bile, türküler hep onunlaydı. Yeni nesillere aktarılan bu türküler, sadece Zehra Bilir’in değil, Anadolu’nun da hikâyesini anlatıyordu. Herkesin hafızasında yer etmiş türkülerle, Zehra Bilir, Türkü Ana olarak tarihe geçti. Hayat ona büyük acılar yaşatmıştı, ama o her defasında bu acıları türküleriyle harmanladı, yüreğini koyduğu türkülerle hayata yeniden tutundu.
Artık, Zehra Bilir ismi, yüreklerde bir sevgi, kulaklarda tatlı bir melodi ve belleklerde silinmez bir iz olarak kalmıştı. O, Anadolu’nun her köşesine dokunan, acıyı ve sevinci aynı anda taşıyan, herkesin bildiği ama kimsenin tam olarak anlayamadığı bir destanın canlı hatırasıydı. Eliz Surhantakyan olarak başladığı hayat yolculuğunda, Türkü Ana olarak tarih sayfalarına kazındı; ve onun sesinde yankılanan her türkü, halkın gözünde hem bir anı, hem de bir dua olarak sonsuza dek yaşadı.
* * *
1996 yılının soğuk bir kış günü, İstanbul’un kalabalık ama yalnız sokaklarından birinde, Zehra Bilir hayata gözlerini yumdu. Türkü Ana, uzun ve dolu dolu geçen bir ömrün ardından, artık sahnelerden, türkülerden ve insanlardan uzak, sessiz bir hayata çekilmişti. Hayatının son yıllarını İstanbul’da, anıların yükü ve türkülerinin yankısıyla geçirdi. Uzun zamandır sahnelerden uzak kalmış, onu tanıyanlar için bir efsane haline gelmişti. Yaşlı bedeni, yorgun kalbine yenik düştüğünde, ardında yalnızca türküler bıraktı.
Zehra Bilir, 28 Haziran 1996’da İstanbul’da hayata veda etti. Ardında yüzlerce türkü, onu tanıyanların kalbinde unutulmaz anılar ve Anadolu’nun sesi olarak hafızalarda silinmez bir iz bıraktı. “Helvacı Helva” ve “Manda Yuvası” gibi türküler, onun ruhuyla yaşayan birer miras olarak hafızalarda kaldı. Vefatı, sanat camiasında ve onu sevenler arasında derin bir hüzün yarattı. Türkü Ana’nın sessiz vedası, hayattayken dile getirdiği acıların, sevinçlerin ve özlemlerin bir yansımasıydı.
Zehra Bilir, İstanbul’da toprağa verildi. O, mezarında bile Anadolu’nun sesiyle var olmaya devam ediyor; türküler, onun sesiyle yankılanarak nesiller boyunca anlatılmaya devam edecek. Türkü Ana’nın hikâyesi, sadece bir hayat öyküsü değil, aynı zamanda bir milletin yaşanmışlıklarının, umutlarının ve hüzünlerinin de bir aynasıdır.
Bu sessiz vedası, onu sevenlerin kalbinde yankılanmaya devam ederken, Eliz Surhantakyan olarak başladığı yolculuğunda, Zehra Bilir olarak sonsuzluğa ulaştı.