GERÇEK'HİKAYE - Bir sonbahar sabahında, bir otobüs durağında karşılaştılar ilk kez. Rüzgar serin, yapraklar sararmış, hava hafifçe nemliydi. İkisinin de dersleri, telaşları farklıydı; biri Tıp Fakültesi’nde okuyordu, doktor olma hayalleri vardı, diğeri Mimar olmak istiyordu, büyük projeler tasarlamanın peşindeydi. O ilk karşılaşmanın ardından her sabah aynı saatte, aynı durakta buluştular. Tesadüf müydü, yoksa onların gizli anlaşması mı? Sessiz bir ritüele dönüşen karşılaşmalarında, otobüse binip yan yana oturmaları da kaderin cilvesiydi belki.
Başlarda konuşmaktan kaçındılar, ama gün geçtikçe yüreklerinde kıvılcımlar çaktı. “Siz de mi her gün bu saatte?” diye başlayan bir cümle, bambaşka bir yola çıkardı onları. Küçük sohbetler, yerini uzun konuşmalara, paylaşılan sırlarla dolu anlara bıraktı. Aynı duraktan sırf birbirini görmek için binmeye başladıklarını itiraf ettiklerinde, ikisinin de yüzlerinde utangaç bir gülümseme vardı.
Zamanla konuşmalar daha derinleşti, bakışlar anlam kazandı. Artık her sabah buluşmak sıradan bir olay değil, bir buluşma, bir heyecan olmuştu. Onları bir araya getiren o otobüs durağı, sıradanlıktan çıkmış, sevgilerinin tanığı olmuştu. Sevdanın en güçlü ve saf haliyle tanıştılar. Göz göze geldiklerinde hissettikleri, yüreklerinde çarpan o kıvılcım, onları birlikte bir geleceğe yönlendirdi.
* * *
Okulları bitti, hayatın sorumlulukları başlamıştı. Onlar için artık yeni bir adım atma zamanıydı. Evlilik kararını aldıklarında çok mutluydular, fakat büyük beklentilerle değil, birbirlerine duydukları güvenle çıktılar bu yola. Şehirde küçük bir ev kiraladılar, ilk günlerin heyecanıyla hayatı keşfettiler. Küçük bir masa etrafında edilen sohbetler, gece geç saatlere kadar süren hayaller… Her gün birbirlerini yeniden keşfediyor, hayatın güzelliklerini paylaşıyorlardı.
Zaman zaman hayat zorladı onları, iş bulmakta, ay sonunu getirmekte zorlandılar. Ama asla yılmadılar; omuz omuza verdiler, birbirlerine sarıldılar. Yüreklerindeki sevgi her zorluğu aşabilecek kadar güçlüydü. Günler, aylar geçtikçe hayatları da düzene girdi. Adam ünlü bir doktor, kadın ise başarılı bir mimar oldu. Kazandıkları her başarıda, yan yana oldukları için daha da mutlu oldular. Onların mutluluğu başarıya değil, kalplerindeki derin sevgiye dayanıyordu.
Birlikte geçen yıllar içinde tek bir eksikleri vardı: bir çocuk. Umutlarını kaybetmeden beklediler, zorlu tedavi süreçlerine girdiler, ama çocukları olmadı. Bir süre sonra bu durumu kabullenmek zorunda kaldılar. “Her mutluluğu istemek bencillik olur,” dediler ve yollarına devam ettiler. Çocuk yerine sevgilerini büyüttüler, her fırsatta “Senin için ölürüm,” diyordu kadın, adam da “Hayır, ben senin için ölürüm,” diye yanıtlıyordu.
* * *
Hayatlarını sadeleştirme kararı aldılar. Kırklı yaşlarına geldiklerinde artık eskisi gibi yoğun çalışmak istemediler. Adam hastanedeki işini bıraktı, kendi muayenehanesini açtı. Kadın ise mimarlık bürosunu kapattı, yalnızca özel projelere yöneldi. Artık daha çok vakit geçiriyor, hayatın tadını çıkarıyorlardı.
Bir gün sahilde dolaşırken, harap bir ev gördüler. Kadın heyecanla, “Bu evi alalım mı? Harika bir ev yaparız buraya,” dedi. Adam gülerek, “Sen istersin de ben hayır diyebilir miyim?” dedi. Kadın kafasında büyük bir terası olan, martılarla kahvaltı edecekleri bir deniz evi tasarladı. Adam ise Amerika’daki bir Tıp Kongresi’ne gitmek zorundaydı ama döner dönmez evi alacaklarına dair söz verdi.
Sadece bir hafta ayrı kalacaklardı ama vedalaşmaları zor oldu. Her gün telefonla konuşarak sevgilerini taze tuttular. Kongreden dönen adamı karşılayan kadın, mutluluğunu onunla paylaşmak için sabırsızdı ama bir gariplik fark etti. Adam, eskisi gibi neşeli değildi, içine kapanmıştı.
* * *
Kadın, sahildeki evi hatırlattı ona ama adam beklemediği bir cevap verdi: “O ev bütçemizi aşıyor. Unut o evi.” Kadının yüreği burkuldu; o hayallerini birlikte kurdukları evi böyle kolayca silip atabilmesi ona garip gelmişti. Mutsuzluk, mutluluğa alışmış insanlar için daha ağır gelir.
Bir gün yakın bir arkadaşı, “O seni aldatıyor,” dedi. Kadın bu sözleri duyunca inanmak istemedi ama içine bir kuşku düştü. Ertesi gün o restorana gidip köşeden izledi. Kocası yanında genç bir kadınla, baş başa yemek yiyordu. Kadının yüreği paramparça oldu. O gece kocasına her şeyi söyledi. Adam inkar etmedi, “Zamanla duygular değişebiliyor,” dedi. Bavulunu topladı ve gitti.
Boşandılar, kısa sürede ayrı yollara gittiler. Adam Amerika’ya yerleşti ve kadın yalnız kaldı. Zaman geçtikçe acısı daha da derinleşti, her sabah uyandığında kalbindeki boşluk büyüdü. Bir yıl sonra kapısı çaldı; karşısında o genç kadını buldu. Onu görmek bile istemiyordu ama genç kadın, “Anlatmam gerek,” diyerek konuşmakta ısrar etti.
* * *
Genç kadının anlattıkları, kadının dünyasını alt üst etti. Adam, Amerika’daki kongrede ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğrenmişti ve sevdiği kadının bu acıyı yaşamaması için ondan uzaklaşmaya karar vermişti. “Beni sevgilisi gibi gösterip uzaklaştır,” demiş, kadını korumak için sevgili rolü yapmasını istemişti. Genç kadın, “Son anda yanında olabildim. Sana bu kutuyu bırakmamı istedi,” dedi.
Kadın, elindeki kutuyu açtı. İçinden eski mektuplar çıktı; her bir mektup, yıllarca süren sevginin derin izlerini taşıyordu. İlk mektupta, “Seni çok sevdim,” diyordu. Diğer mektupları okudukça, eski sevdaları bir bir hatırladı. Son mektupta şöyle yazıyordu: “Senin için bu, ölmeni istemedim. Bana bir söz ver, hayatını yaşayacaksın.” Kutunun en altından bir anahtar çıktı, sahildeki eve aitti. Adam, kadının hayalini gerçekleştirmişti.
Kadın o eve taşındı, her sabah martılarla kahvaltı ederken, onu anarak sevdalarını yaşattı.