GERÇEK'HİKAYE - İstanbul’un yoğun caddelerinden birinde, Fırat Sarı’nın adı yankılanıyordu. Karanlık bir hastane koridorunun ucunda, eski püskü bir masanın başında telefonunu masaya bıraktı. Gözleri pencereden dışarı, şehrin kalabalığına dalıp gitmişti. Çalan her telefon, alınan her karar bebeklerin yaşamları üzerinde ağır bir bedel bırakıyordu. Fırat, uzun süredir İstanbul’da saygın bir çocuk doktoru olarak bilinse de, o artık çok daha farklı bir yoldaydı. Masum bebekler, onun ellerinde birer “tedavi” nesnesine dönüşüyor, sırf birkaç hastane faturası şişirilip haksız kazanç elde edilsin diye yaşamları hiçe sayılıyordu.
Telefon yine çaldı. Arayan, ortağı İlker'di; “Hoca'nın göbek kordonunu kesmeyi beceremediğini söylediğimde bir çözüm bulacağını sandım,” diye söze başladı İlker. Sesindeki gerginlik, son olaydan duyduğu rahatsızlığın işaretiydi. Olay, Suriyeli bir bebeğin yanlış bir operasyon sonucu hayatını kaybetmesiydi. Bebek daha doğalı saatler olmuşken, iliklerine kadar bu karanlık işlerin kurbanı olmuştu. Oysa doğum sağlıklıydı, bebek sağlıklıydı… ama çete bir kez daha kazanmak için ölümün kıyısına bir bebek daha göndermişti.
Fırat’ın zihninde o an yankı bulan tek şey, yaptığı seçimlerin ağırlığı değil, işlerin daha fazla açığa çıkma korkusuydu. “Filmi dosyadan çıkardınız mı?” diye sordu. İlker, bir süre sessiz kaldı, sonra usulca, “Çıkardık, ama bu kadının durumu göreceğinden korkuyorum. Kadın ve doğum uzmanı bu olayın farkına varırsa, her şey çöker.”
Hemşire Ç.D. de olayların tam ortasındaydı. Telefon konuşmalarındaki soğukluk ve umursamazlık, yaptığı ihmalleri birer sır perdesi gibi gizliyordu. “Göz hastası bebek var, ben tarihi karıştırdım. Kör olacak, ama fark etmemeliler. Dosyaları düzeltiyorum,” diyordu bir seferinde. Ancak her seferinde başka bir bebek, başka bir aile bu karanlık ağın içinde kayboluyordu.
Fırat Sarı, bu karanlık hikayenin başında, geçmişi unutturacak kadar büyük bir karanlığa saplanmıştı. Her gün yeni bir bebek yoğun bakım ünitesine yatırılıyor, gereksiz tedaviler uygulanıyor, bebeklerin sağlıkları üzerinde oyunlar oynanıyordu. Masum bebekler, kazancın soğuk nefesiyle hastanelerin dört duvarında kaybolurken, çetenin karanlık işleri bir süre daha devam edecekti. Ancak bir yerde, bu oyun bozulacaktı.
* * *
MASUM BEBEKLERİN SESSİZ VEDASI
O sabah hastanenin koridorları her zamanki gibi soğuktu. "Yenidoğan" bölümünden gelen incecik ağlamalar, hastane çalışanlarının gün boyu duyacağı yegâne melodiydi. Ancak o sesler arasında bir bebek vardı ki, kaderi daha doğduğu an çizilmişti: Okutucu bebek. Henüz gözlerini tam açamamış, hayata tutunmaya çalışan minik bedeniyle yoğun bakım ünitesindeydi. Gözlerindeki rahatsızlık, belki de doğru bir tedaviyle iyileştirilebilirdi. Ama çete için bu bebek, sadece dosyalardaki bir hata, gözden çıkarılacak bir ayrıntıydı. Hemşire Ç.D.’nin dalgınlığı mıydı yoksa bilerek mi böyle yaptı, kimse tam anlamadı. Tedavi edilmesi gereken tarihi yanlış yazmıştı; bebek, olması gereken tarihten iki hafta sonra kontrole çağrılacaktı.
Bebek kör olmuştu. Hemşire, bu gerçeği örtmek için daha büyük yalanlar örmeye başladı. Göz doktoru Ö.B. ise onunla işbirliği yaptı. “Evrakta oynamalar yaparız, kimse anlamaz,” dediğinde sanki bebek hiç var olmamış gibi davranılacaktı. Bir bebeğin gözleri karanlığa mahkûm edilirken, hastanenin soğuk koridorlarında bu olay bir sır gibi saklanacaktı .
Bir başka odada, henüz bir adı bile olmayan Suriyeli bebek vardı. Fırat Sarı ve İlker G.’nin karanlık elleri onun da üzerine uzanmıştı. Sağlıklı doğmuş, hiçbir sorun yaşamayan bu bebek, yanlış bir operasyonla hayata veda edecekti. Doktor D.E., beceriksizce göbek kordonunu kesememiş, bebeğin vücudu morarmış, sırtından bir şeyler akmaya başlamıştı. Bebek, ameliyat masasındaki soğuk metalin üzerinde, çaresizce nefes almaya çalışıyordu. İki hafta boyunca dosyasındaki yanlış kayıtlar, onun sessizce gömülmesine neden oldu. Bu bebek, bir hastane odasından kimsesizler mezarlığına gönderildi; geriye ne bir mezar taşı ne de bir hatıra kalacaktı .
Ve sonra, başka bir odada Maviş bebek vardı. O bebek de, doktorlar ve hemşirelerin ihmalkârlığıyla ölümün eşiğine itilmişti. Telefon konuşmalarında hemşirelerin soğukkanlılıkla bebek hakkında konuşmaları, insanın kanını donduruyordu. “Bu bir 80-82 oluyor, sonra 98 oluyor. Artık ben bıraktım, ölüyor mu ne yapıyorsa yapsın,” diyordu hemşire Ç.D. Onun için bebek sadece rakamlardan ibaretti. O minik bedenin yaşam mücadelesi, soğuk ve duygusuz rakamlar arasında kayboluyordu .
Bebekler birer birer ölüyordu, ama sessizdi bu ölümler. Her biri birer dosya, birer rakam, birer istatistik gibi geçiştiriliyordu. Ve o soğuk koridorlarda yankılanan bebek ağlamaları, aslında yaklaşan sessiz vedaların habercisiydi.
* * *
KARANLIK PERDENİN ARDINA UZANAN YOL
İstanbul’un ağır havasında, sabah erken saatlerde, adliyeye sessizce gelen dosyalar bir anda büyük bir fırtınanın habercisi oldu. Yenidoğan Çetesi’nin faaliyetleri, o güne dek kimsenin aklına bile gelmeyecek kadar ustaca gizlenmişti. Bebek ölümleri, ihmaller, sahte raporlar… Tüm bu karanlık işleri, çetenin lideri Fırat Sarı ve ekibi yönetiyordu. Ancak ipler artık çözülmeye başlamıştı.
Bir anne, hastaneden aldığı ölüm raporunu incelettiğinde bir şeylerin yanlış olduğunu hissetti. Bebek yoğun bakımdayken hiçbir sorun belirtilmemişken, ani ölümünün ardındaki nedenler belirsizdi. Aynı hastanede birkaç benzer vaka daha yaşanmıştı. Şüpheler birikirken, hastane yönetimi ve doktorlar sessiz kalmayı tercih etti. Ancak bazı dosyalar gizlenemeyecek kadar büyük deliller taşıyordu. İhmal raporları incelemeye alındığında, bebeklerin ölümleriyle ilgili usulsüzlüklerin yoğunluğu bir deseni ortaya koymaya başladı.
İlk adımda, bu ölümler “talihsiz olaylar” olarak görülse de, zamanla birbirini takip eden bu vakaların arkasında başka bir güç olduğu fark edildi. Emniyet birimleri durumu ciddiye aldı ve kapsamlı bir takip süreci başlattı. Bebek ölümleri, hastane içi ihmaller ve doktorların şüpheli davranışları bir araya gelince, Fırat Sarı’nın ismi karanlık bir gölge gibi bu işlerin merkezinde belirdi .
İstanbul Emniyeti, kısa sürede geniş çaplı bir araştırma başlattı. Telefon dinlemeleri, hastane kayıtları ve bebek dosyaları tek tek incelemeye alındı. Hastane yönetimlerinde yapılan usulsüzlükler, doktor ve hemşirelerin telefonda konuşurken bebekleri umursamaz bir şekilde ölüme terk etmeleri kan dondurucuydu. Özellikle hemşire Ç.D.’nin, doktor İ.G.’ye telefonda söylediği şu sözler akıllardan çıkmayacaktı: “Ölüyor mu ne yapıyorsa yapsın ya.” İşte o sözler, bebeklerin hayatının nasıl kolayca feda edildiğini gözler önüne seriyordu .
Polis, sabırla delilleri toplarken, çete lideri Fırat Sarı ve diğer üyeler dikkatlice izleniyordu. Bebek ölümleri arasında kurulan bu karanlık ağ, artık geri dönüşü olmayan bir noktaya gelmişti. Her gün, çete üyeleri arasında geçen telefon konuşmaları, birer birer çözülen sırlar gibiydi. Bebeklerin yaşamları, sadece birkaç telefon görüşmesinde kararlaştırılıyor, hatalı müdahalelerle çocuklar göz göre göre ölüme terk ediliyordu.
Savcı, bu olayı derinlemesine araştırdığında, karşısına çıkan manzara her şeyin başlangıcı gibiydi. Ancak bu karanlık oyunu bozan savcı, bir anda tehditlerle yüzleşmeye başladı. Fırat Sarı’nın adamları, savcıya gizlice mesajlar göndermeye başladı: “Bu davadan vazgeçmezsen, seni ve aileni de bebekler gibi sessizce yok ederiz.” Savcı bir an bile tereddüt etmedi; tehditlere rağmen, adaletin ışığını karanlık üzerine salmaktan geri durmadı.
Savcılık makamı, çetenin faaliyetlerini adım adım ortaya çıkaran delillerle dolu bir iddianame hazırladı. Bebek ölümleri, sahte sağlık raporları, yasadışı işlemler… Her biri tek tek iddianameye eklendi. Fırat Sarı başta olmak üzere, doktorlar, hemşireler ve hastane yöneticileri hakkında ağır suçlamalarla dava açıldı. Savcı, tehditlere rağmen geri adım atmadan dosyayı tamamladı ve davayı mahkemeye taşıdı .
Sabahın erken saatlerinde başlayan operasyon, İstanbul’un çeşitli hastanelerine birer birer yayıldı. Polis ekipleri, organize bir şekilde tüm çete üyelerini gözaltına aldı. Fırat Sarı’nın kaldığı evde yapılan baskın, çetenin sonunu getiren operasyonun en önemli hamlesiydi. Telefon kayıtları, gizli belgeler, sahte dosyalar… Hepsi bir araya getirildiğinde, masum bebeklerin yaşamlarının nasıl ticari bir çıkar uğruna feda edildiği açıkça görülüyordu.
O sabah gözaltına alınan Fırat Sarı, artık yalnızca İstanbul’un değil, tüm Türkiye’nin konuştuğu bir isimdi. Bebeklerin ölümleriyle ilgili sorumluluğu üstlenmekten kaçındı; ancak deliller, onun karanlık liderliğini gözler önüne seriyordu. Hastanelerdeki bebek yoğun bakım ünitelerinin aslında ölüm ünitelerine dönüştüğünü gören kamuoyu, bu karanlık olayların üzerine yoğun bir şekilde eğildi.
Operasyon tamamlandığında, çetenin üyeleri artık adaletin karşısındaydı. Mahkeme salonunda sessizlik hâkimdi, ancak bebeklerin sessiz çığlıkları yargı önünde yankılanıyordu. Fırat Sarı ve diğer çete üyelerinin peşini bırakmayan savcı, onların hak ettikleri cezayı almaları için sonuna kadar savaşmıştı. Adalet ağır adımlarla da olsa ilerlemiş, masum bebeklerin hayatını hiçe sayan bu karanlık çete, en sonunda dağıtılmıştı.
* * *
YARGI ÇARKI 'SUÇ'U NASIL ÖĞÜTECEK?
İstanbul sabahında, artık çetenin karanlık yüzü açığa çıkmıştı. Yenidoğan Çetesi’nin parçaları birer birer çözülürken, mahkeme salonları büyük hesaplaşmalara sahne oluyordu. Fırat Sarı ve çetesinin üyeleri için adaletin soğuk rüzgârı esmeye başlamıştı. O sabah sadece gözaltılar değil, aynı zamanda kapanan hastaneler, mahkemeye çıkan doktorlar ve hemşirelerin kaderi belli olacaktı. Bir zamanlar ölüm sessizliğine bürünmüş hastaneler, şimdi adaletin gürültüsüyle çalkalanıyordu.
Operasyon sonucunda Fırat Sarı’nın yanı sıra, diğer çete üyeleri de tek tek yakalandı. İlker G., çetenin ikinci adamı olarak, sahte rapor düzenleme ve yanlış tedavilerde başrol oynuyordu. Hemşireler Ç.D. ve M.S., bebeklerin ölüme terk edilmesinde aktif rol almışlardı. Savcının iddianamesinde, her birinin ölümdeki payı açıkça belirtiliyordu: Ç.D.’nin bebeği göz göre göre ölüme bıraktığı telefon konuşmaları ve M.S.’nin bir bebeği kasıtlı olarak öldürdüğüne dair deliller bu hikâyenin en acı noktalarındandı .
Bu kişiler, polis eşliğinde mahkemeye çıkarıldığında, hâkim karşısında yüzlerinde ne pişmanlık ne de korku vardı. Yıllardır inşa ettikleri bu karanlık yapı, sonunda yerle bir oluyordu. Fırat Sarı; tıbbi hatalardan, ihmallerden ve organize suç faaliyetlerinden dolayı 266 yıl hapis cezasıyla yargılanacaktı. İlker G., onun hemen arkasından, aynı suçlara ortak olmanın bedelini ağır hapis cezasıyla ödeyecekti .
Yenidoğan Çetesi’nin en büyük destekçilerinden biri, İstanbul ve çevresindeki bazı özel hastanelerdi. Çete, bu hastanelerle işbirliği yaparak, bebekleri sahte yoğun bakım tedavilerine aldırıp, haksız kazanç sağlıyordu. Operasyon sonrası bu hastanelerden bazıları tamamen kapatıldı. Bebek ölümlerine sahne olan bu hastaneler, artık ölüme değil, çöküşe şahitlik ediyordu. Bazı hastane yönetimlerine de suç ortaklığı nedeniyle ağır yaptırımlar uygulandı, yöneticiler hakkında davalar açıldı. Kapatılan hastaneler, adaletin sembolü haline gelirken, sağlık sektöründeki güven kaybı hâlâ taze izler bırakıyordu.
Ç.D. ve M.S. gibi hemşireler, işledikleri suistimallerin bedelini ödemek zorundaydılar. Onlar da sahte raporlar, ölümcül ihmaller ve delil karartma suçlarıyla yüz yüze geldi. Her biri için onlarca yıl hapis cezası istenirken, mahkeme salonlarında çocukların sessiz çığlıkları yankılanıyordu.
* * *
ÇOCUKLARIN SESSİZ HAYKIRIŞLARI
İstanbul’un soğuk hastane odalarında başlayan bu karanlık hikâye, en derin yaraları masum bebeklerin ailelerinde bıraktı. Çocuklar, her biri ölüme terk edilen, yanlış ellerde hayattan koparılan bebeklerdi. Annelerin ve babaların gözyaşları, artık geri dönmeyecek olan evlatlarının hatıralarını yaşatıyordu. Hastane kapılarında bekleyen, günlerce umutla bekleyip birer ölüm haberi alan ailelerin acısı, Yenidoğan Çetesi’nin ardından geride kalan en büyük sessizlikti.
Okutucu Bebek, ilk doğduğu anda gözlerinde umut vardı. Ama göz doktorunun yanlış tedaviyle, daha doğrusu tedavisiz bırakmasıyla kör olmuştu. Ailesi, gözlerinde hayallerle doğan bebeklerinin birkaç hafta sonra artık hiçbir şey göremediğini öğrendiğinde dünya başlarına yıkıldı. Gözyaşları, bu büyük karanlığı aydınlatmaya yetmedi. “Bizim gözbebeğimizdi, onu bizden aldılar. Gözlerinde dünya kadar ışık vardı, şimdi karanlık,” diye fısıldıyordu annesi mahkeme salonunda.
Bir başka odada doğan Suriyeli Bebek, doğumunun ilk saatlerinde sahte müdahalelerle ölüme gönderildi. Ailesi, o gün hastaneye umutla girmiş, ama çıkarken kucaklarında bir cenazeyle çıkmıştı. Suriyeli babanın sözleri yürekleri dağladı: “Vatanım yok, toprağım yok. Şimdi bir de evladım yok. Bize ölümden başka bir şey bırakmadılar.” Onun da adalet arayışı, mahkeme kapısında sessiz bir feryada dönüştü .
Her ailenin hikâyesi farklı ama sonuç aynıydı: bebekler birer birer göz göre göre ölüme itilmişti. Okutucu bebeğin annesi, hastane önünde sessizce gözyaşı dökerken, gazetecilere: “Bebeğimizi kaybettik, ama nasıl kaybettiğimizi asla unutmayacağız. Kimse evladını böyle bir ihmalle kaybetmemeli. Biz sadece adalet istiyoruz.” demişlerdi.
Maviş bebeğin ailesi, bebeklerinin yoğun bakıma alındığını duyduklarında umutla beklemişlerdi. Ama günler sonra, küçük bedeni ellerine tutuşturduklarında, dünyanın en büyük acısını yaşamışlardı. Anne, ellerinde yalnızca bir ölüm raporuyla kalakalmıştı: “Onu sağlıklı doğurdum, ama hastaneden ölü çıkardım. Bebeklere sadece para için muamele ettiler, bizim canımızın hiçbir değeri yokmuş,” dediği an, kalabalık sessizliğe gömüldü.
Yenidoğan Çetesi’nin faaliyetleri sadece hastanelerle sınırlı değildi. Bu çetenin arkasında, siyasete uzanan kirli ilişkiler de vardı. Özellikle İstanbul’daki bazı özel hastanelerle yürütülen işbirlikleri, siyasilerin göz yummasıyla daha da derinleşmişti. Bu hastaneler, devlet ihalelerinden yararlanarak bebek yoğun bakım servislerini genişletmiş, aslında o servislere yatırdıkları bebekleri ölüme terk etmişlerdi.
Bu süreçte adı geçen birkaç siyasi, çete üyeleriyle dolaylı bağlantıları nedeniyle eleştirilerin hedefi olmuştu. Soruşturmanın derinleşmesiyle birlikte, çete faaliyetlerini örtbas eden bazı yerel yöneticiler de mercek altına alındı. Ancak, her şey ortaya çıktığında, kimse bu bağlantıların tamamen açığa çıkmasını istemedi. Basına sızan belgelerde, bazı hastane yöneticilerinin, çeteye göz yuman yerel yetkililerle doğrudan bağlantıları olduğu iddia ediliyordu. Bu bağlantılar, soruşturmanın kapsamını daha da genişletti, ancak çetenin en büyük destekçileri hâlâ gölgede kalmayı başarmıştı.
Olay ortaya çıktığında, hükümet kanadından yapılan açıklamalar genellikle yüzeyde kaldı. Yetkililer, bu tür olayların münferit olduğunu ve sağlık sisteminin bütününe mal edilmemesi gerektiğini vurguladılar. Bir yetkili, “Yenidoğan Çetesi’nin tüm sağlık sistemiyle ilgisi yoktur. Bu olaylar kişisel menfaatler uğruna yapılmış organize suçlardır ve gereken cezayı alacaklardır,” diyerek durumu yatıştırmaya çalıştı. Ancak, halk arasında bu açıklamalar pek inandırıcı bulunmadı. Bazıları, bu karanlık yapıların sadece birkaç hastaneyle sınırlı kalmadığını, sağlık sisteminin genelinde daha derin bir sorun olduğunu düşünüyordu.
Muhalefetten gelen açıklamalar ise daha sertti. Bir milletvekili, “Bu çetenin kökleri sadece hastanelerde değil, sağlık politikalarını yönetenlerde de aranmalı. Bu bebekler, sadece ihmalin değil, aynı zamanda sağlık sektöründeki çürümenin de kurbanıdır,” diyerek sorunun daha derin olduğuna dikkat çekti.
Yenidoğan Çetesi’nin ardından geriye kalan tek şey, adaletin sağlanıp sağlanamayacağıydı. Masum bebeklerin acısı, ailelerin sessiz çığlıkları ve siyasi bağlantıların gölgesinde, bu karanlık yapı tamamen çözülecek miydi? Çetenin yargılanması bitse de, o kaybolan küçük hayatların gölgesi hep hissedilecekti.
* * *
MASUMİYETİN İZLERİNİ TAŞIYAN YARALAR
Yenidoğan Çetesi’nin acımasızca hayatlarını sona erdirdiği bebeklerin ardından toplumda sadece adaletin yankıları değil, psikolojik ve duygusal bir enkaz da kaldı. Bu olay, yalnızca aileler üzerinde değil, toplumun bütününde derin izler bıraktı. Uzmanlar, bu tür olayların travmatik etkilerini çözümlemek için uzun süre çalışmak zorunda kaldı. Özellikle psikologlar, hem kurban ailelerinin hem de toplumun geniş kesimlerinin bu olaydan nasıl etkilendiğini tartışmaya başladı.
Psikologlar, bu olayı bir travma zinciri olarak tanımladılar. Öldürülen bebeklerin aileleri, sadece çocuklarını kaybetmenin derin acısını yaşamıyorlardı. Aynı zamanda, güvendikleri sağlık sisteminin ve doktorların bu suça ortak olmasının yarattığı güven kaybıyla başa çıkmaya çalışıyorlardı. Uzman psikolog Ebru D., bebeklerini kaybeden ailelerde yaygın olarak görülen travmatik stres bozukluklarının yanı sıra, derin bir güvensizlik duygusunun hâkim olduğunu belirtiyor: “Bu tür olaylar, bireylerin sağlık sistemine olan inancını sarsar. Aileler, çocuklarının ellerinde öldüğü insanların aslında onların hayatını kurtarmakla yükümlü olduklarını biliyorlar. Bu çelişki, travmanın etkisini daha da derinleştiriyor.”
Bebeklerini kaybeden aileler için ölüm anı, sadece sevdikleri birini kaybetme anlamına gelmiyordu. Bilinçli bir ihmalin kurbanı olmak, bu kaybı daha da ağırlaştırıyordu. Psikologlar, bu ailelerin yaşadığı “karmaşık yas” sürecine dikkat çekiyorlar. Bu, hem ölümün doğal süreçlerinden kaynaklanan bir yas tutma hali hem de öfke, suçluluk, güvensizlik gibi karmaşık duygularla harmanlanan bir süreçti. Aileler, bebeklerinin ölüme terk edilmesini sindiremedikleri için, yas süreci durmaksızın tekrarlıyor ve iyileşme zorlaşıyordu.
Psikologlar ayrıca, bu tür geniş çaplı skandalların kolektif travma yarattığını vurguluyorlar. Olaylar, yalnızca mağdur aileleri değil, sağlık sistemine güvenen, hastaneleri güvenli limanlar olarak gören toplumun geniş kesimlerini de etkiledi. Bir anne, bu travmayı şu sözlerle ifade etmişti: “Artık hastaneye gittiğimde, doktorlara nasıl güvenebilirim? Çocuğumu onlara nasıl teslim edebilirim?” Bu sözler, toplumun geniş kesiminde yaşanan derin güven sarsıntısının özeti gibiydi.
Toplumsal güvensizlik, özellikle sağlık hizmetlerine erişim konusunda daha fazla kaygı ve stres yaratmaya başladı. Psikiyatrist Ahmet K., hastanelere başvuran hastalar arasında yaygın bir endişenin gözlemlendiğini, hatta bazı ebeveynlerin bebeklerini hastanelere götürmekte tereddüt ettiğini dile getiriyor. Bu tür travmalar, toplumsal güvenin yeniden inşa edilmesinin çok uzun zaman alacağını gösteriyordu.
Psikologlar için bir diğer önemli nokta, bebek ölümlerinin toplum üzerindeki sembolik anlamıydı. Bebekler, saflığı, masumiyeti ve geleceği temsil eder. Yenidoğan Çetesi’nin öldürdüğü her bebek, aslında toplumun geleceğine vurulan bir darbeydi. Uzman psikolog Aylin Y., bu durumun toplumda sadece bir suç olayı olarak değil, aynı zamanda bir kolektif suçluluk duygusu yaratabileceğini belirtiyor: “Bebeklerin hayatlarının para uğruna feda edilmesi, toplumun kendisini de suçlu hissetmesine yol açabilir. Bu, toplumsal bir yara açar ve iyileşmesi çok zaman alır.”
Aileler arasında, “Çocuğumu koruyamadım,” duygusu en derin yarayı açan düşüncelerden biriydi. Özellikle anneler, bu olayın ardından kendilerini suçlama eğilimindeydiler. Psikologlar, bu tür durumlarda ailelerin suçluluk duygusundan kurtulmaları için uzun süreli terapilere ihtiyaç duyduğunu vurguluyor. Ancak her terapide, kaybın büyüklüğü ve yaşanan acının derinliği, bu süreci daha da zorlaştırıyordu.
Yenidoğan Çetesi’nin ardından geriye sadece mahkeme salonlarında yankılanan yargı kararları kalmamıştı. Geriye kalan, bebeklerini kaybeden annelerin gözyaşları, ailelerin ruhlarında açılan derin yaralar ve toplumun en masum varlıklarına olan güvenini kaybetmesiydi. O masum bebeklerin sessiz vedası, toplumun ruhunda kapanması zor yaralar açtı; her adımda o sessiz çığlıklar yankılanıyordu.
* * *
KARANLIK GELECEĞİN GÖLGESİ
Yenidoğan Çetesi’nin açığa çıkmasının ardından İstanbul’un sokaklarında, hastane koridorlarında ve televizyon ekranlarında herkesin aklındaki soru aynıydı: “Bundan sonra ne olacak?” Bebeklerin yaşamlarını hiçe sayan bir sistemin varlığı, toplumun en derin köklerine kadar işlemiş bir güvensizlik yaratmıştı. Yenidoğan Çetesi sadece bir suç örgütü değildi; aynı zamanda toplumun vicdanında büyük bir yara açan bir yapıydı. Peki, bu yaralar nasıl sarılacak, bu travmalar nasıl iyileştirilecekti?
Toplumda bu olayın yarattığı travma, kolay kolay geçmeyecek türdendi. Bebeklerin masum yaşamlarının para hırsıyla feda edilmesi, insanları hem öfkelendirdi hem de derinden sarstı. Hastanelere giden her ebeveynin kafasında artık aynı endişe vardı: “Bebeğime gerçekten doğru bakılacak mı? Yoksa o da bu çete gibi insanların ellerine mi teslim edilecek?” Her anne-baba, bebeklerini bir hastane kapısına bıraktığında, onları bir kez daha kaybetme korkusuyla yaşıyordu.
Psikologlar, toplumun geniş bir kesiminde travmatik stres bozukluğu belirtilerinin gözlemlendiğini dile getiriyorlar. Özellikle sağlık hizmetlerine erişim konusunda kaygı seviyeleri artmıştı. Ebeveynler, bebeklerine yönelik yapılan her müdahaleyi sorgular hale geldi. Bir güven çöküşü, sağlık hizmetleriyle olan ilişkiyi derinden etkiledi. “Bebeklere ne olduysa, yarın da bizlere olabilir” korkusu, toplumun her kesimine yayılan bir his olmuştu.
Yenidoğan Çetesi olayı, sadece bir grup doktor ve hemşirenin suça karışmasından ibaret değildi. Bu olay, Türkiye’nin sağlık sistemi üzerine büyük bir gölge düşürdü. Olaydan sonra, sağlık sisteminin denetim mekanizmaları ciddi bir şekilde tartışılmaya başlandı. Özel hastanelerin denetlenme süreçlerindeki eksiklikler, kamuoyunda öfke uyandırdı. Yenidoğan Çetesi’nin hastanelerle olan derin bağları, Türkiye’nin sağlık sisteminin ne kadar şeffaf olduğu sorusunu ortaya çıkardı.
Uzmanlar, bu tür olayların sadece çetelerin değil, aynı zamanda yetersiz denetim ve zayıf sağlık politikalarının bir sonucu olduğunu belirtiyorlar. Birçok gazeteci ve uzman, Türkiye’deki özel sağlık kuruluşlarının daha sıkı denetlenmesi gerektiğini vurguladı. Sağlıkta özelleştirme politikalarının da tartışmaya açılması gerektiğini savunanlar vardı. Özellikle özel hastanelerin kâr odaklı yapıları, bu tür suistimallere daha fazla zemin hazırladığı için eleştirilerin odağına yerleşti.
Siyasiler ise bu konuda farklı cephelerde yer aldı. İktidar, sağlık sisteminin genelinde bir sorun olmadığını, bu olayın bireysel suçlardan ibaret olduğunu savunurken, muhalefet bu olayın derin bir sistem sorununun göstergesi olduğunu ileri sürdü. Sağlık sektöründeki özelleştirmelerin durdurulması gerektiğini, devletin bu alan üzerindeki kontrolünü artırması gerektiğini savunan görüşler giderek daha güçlü bir şekilde dillendirildi.
Bu olay, Türkiye’nin sağlık sistemine olan bakışını kökten değiştirdi. Yenidoğan Çetesi’nin ortaya çıkardığı karanlık yapı, toplumun hem devlet hastanelerine hem de özel hastanelere olan güvenini derinden sarstı. Olayların tam anlamıyla açığa çıkması, denetimlerin artırılması ve sağlık politikalarının yeniden gözden geçirilmesi gerektiği bir kez daha ortaya kondu.
Ancak, her ne yapılırsa yapılsın, o ölen bebekler geri gelmeyecekti. Annelerin gözyaşları, mahkeme koridorlarında yankılanan çığlıklar ve toplumun derin bir güven kaybı, bu olayın gelecekteki izlerini taşıyacaktı. Türkiye, bu olaydan dersler çıkaracak mı, yoksa bu travmanın gölgesinde yaşamaya devam mı edecek? Zaman gösterecekti.
Adaletin ağır çarkları dönmeye devam ediyordu, ama toplumun ruhunda açılan yaralar iyileşmek için daha fazla zamana ihtiyaç duyacaktı. Yenidoğan Çetesi’nin ardından geriye kalan karanlık, hem sağlık sistemini hem de vicdanları sorgulatmaya devam ediyordu.
* * *
İNSANLIK MASKESİNİN ALTINDAKİ KARANLIK
İstanbul’un soğuk, gri sabahında başlayan hikâye, arkasında koca bir acı, öfke ve sarsılmış güven bırakarak sona eriyordu. Yenidoğan Çetesi’nin her bir üyesi, beyaz doktor önlüklerinin ardına saklanmış, ellerindeki stetoskopla yaşam değil, ölüm dağıtmıştı. Fırat Sarı ve ekibindeki diğer “sağlık çalışanları”, görevlerinin kutsallığını hiçe sayarak, masum bebekleri ölümün soğuk ellerine teslim etmişti. Ve şimdi, toplumun belleğinde açılan bu yaralarla yüzleşmenin tam zamanıydı.
Her şey para uğrunaydı; bebeklerin minik bedenleri birer ticaret malzemesine dönüşmüş, yoğun bakım üniteleri soğukkanlı birer ölüm hücresine çevrilmişti. O bembeyaz hastane duvarları, artık korku ve güvensizliğin simgesi haline gelmişti. Yenidoğan bebeklerin yaşamları, Fırat Sarı ve çete üyeleri için yalnızca birkaç haneli faturaların ötesine geçememişti. Ellerine aldıkları her bebek, onlar için birer rakam, birer “işlem”den başka bir şey değildi. Oysa gerçekte, her biri birer can, birer umut ve gelecekti. Bu acımasız gerçek, olayın boyutlarını daha da katlanılmaz kıldı.
Fırat Sarı ve ekibi, her bebek için planlı bir ölüm kurgulamıştı. Telefon konuşmalarındaki soğuk cümleler, onlara göre sıradan bir işin parçasıydı. Ancak gerçekte bu konuşmalar, ölümün ve acının habercisiydi. Bebeklerin göz göre göre ölüme terk edilmesi, kasıtlı olarak yanlış tedaviler uygulanması, sahte raporlar… Bu canilik, tıbbın ve insanlığın tüm değerlerini ayaklar altına alıyordu. O bebeklerin her biri, onların gözünde yalnızca bir kazanç kapısıydı. “Bu bebek 80-82 oluyor, sonra 98 oluyor… Artık ben bıraktım, ölüyor mu ne yapıyorsa yapsın,” diyen hemşirenin sesi, ölümün soğuk nefesini taşıyordu. Bir bebek için birer sayıdan başka bir şey değildi bu sözler .
Bu vahşet sadece birkaç kişinin acımasız planı değildi. Arkasında büyük bir sistem sorunu yatıyordu. Bebeklerin ölümüne göz yuman hastaneler, yapılan ihmalleri örtbas eden yöneticiler, bu zincirin bir parçasıydı. Yenidoğan Çetesi’nin ortaya çıkışı, Türkiye’nin sağlık sistemindeki denetim ve güven eksikliklerini de gözler önüne serdi. Aileler, çocuklarını güvenle teslim ettikleri hastanelerin bir ölüm tuzağı olduğunu anladıklarında, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Hastane koridorlarında yaşanan bu karanlık olaylar, sadece adaletin değil, insan vicdanının da iflas ettiği anlardı. O bebekler, para uğruna feda edilirken, kimse çıkıp “dur” demedi. Herkes sessizce bu vahşetin bir parçası oldu.
Yenidoğan Çetesi, sonunda adaletin pençesine düştü, ama bu bebeklerin ölümleri ardında büyük bir boşluk bıraktı. Fırat Sarı ve diğer çete üyeleri ceza alacak, belki bir daha gün yüzü görmeyeceklerdi, ama toplumun vicdanı, o ölen bebeklerin hayaletleriyle baş başa kalacaktı. Türkiye’nin sağlık sistemi, bu travmayı atlatmak için uzun bir mücadele verecekti. Hastaneler, artık sadece şifa değil, aynı zamanda güven vermek zorundaydı. Her bir bebek, sadece annesinin değil, tüm toplumun emaneti olmalıydı. Çünkü bir toplum, en masumlarını koruyamazsa, o toplumda vicdanın yerini hiçbir şey dolduramaz.
Ve böylece, bir hikâyenin sonuna geldik. Ama bu son, aslında yeni bir başlangıcın habercisi. Toplumun bu karanlıkla yüzleşmesi, kendi vicdanıyla hesaplaşması daha uzun sürecek. Ancak bebeklerin sessiz çığlıkları, karanlığı delip geçecek ve gelecekte bu tür vahşetlerin yeniden yaşanmaması için bir umut olacak.