NET TÜRK TV / KİTAP
Oyuncu, yazar, gazeteci ve sunucu İclal Aydın’ın yeni romanı Salkım Sokak No:3, geçen günlerde Artemis Yayınları’ndan çıktı. Roman, İzmir’deki bir göçmen mahallesini, o mahallede yaşayan insanları ve o insanların hem göç hem de aile tarihlerinin birbirine karışma hikâyesini anlatıyor.
Tüm bunları yaparken de hikâyesinin merkezine Mert karakterini alıyor. Çocukluğundan 40’lı yaşlarına kadar olan süreçte Mert’in o mahallede büyüme hikâyesinin nasıl büyüme yorgunluğuna dönüştüğüne tanık olurken diğer yandan da “apartmancılar”ın bir dönemi ve o dönemin tüm güzel kültürel alışkanlıklarını da yerle bir ettiğini görüyoruz.
Bir aile, bir mahalle, bir şehir, bir çocuğun hikâyesi gibi akan romanda çok özel bir arkadaşlık okuması da var. “Eskinin özlediğim parçalarını topluyorum” diyen İclal Aydın, yeni romanı Salkım Sokak No:3'ü anlattı.
> İclal Aydın bir romana nasıl karar verir, ne oturtur onu masanın başına bir roman yazmak için? En çok hangi duygular, soru ya da sorunlar…
İki yılda bir yükleme tamamlanıyor ve ben yazmaya hazır olduğumu hissediyorum. Bazen bir rüya bazen bir seyahat bazen bir makale başlatabiliyor serüveni. İlk romanım Bir Cihan Kafes de bir rüya ile başlamıştı son roman Salkım Sokak No:3 de. Bir yıl kadar önce rüyamda anneannemin, yıkılıp yerine apartman yapılan eski evinin bahçesinde gördüm kendimi. “Dünyayı gezdim dolaştım ama mahalleyi anlatmak bana düştü” diyordum. Bir mahalle hikayesi olacak galiba bir dahaki roman diye uyandım. Sonra da rüyamın peşine düştüm.
> Göç, Ege kültürü de var romanda
Göç ve Ege kalbimi hep meşgul eder. Bir Balkan ailesi anlatmak istiyordum bu kez. Çok sevdiğim dostlarımın birbirine benzer hikayeleri kalbimi hep aynı yerden sızlatıyordu. Prizren’de eski bir elektrik direğindeki düğüm olmuş elektrik tellerinin ardındaki minareye bakarken ilk cümleler düştü, “Düğüm olmuş bir geçmişti bizi birbirimize bağlayan. Dünyanın neresinde olursak olalım.”
Eskinin özlediğim parçalarını topluyorum
> Bu bir dönem romanı da aynı zamanda. Bizim kuşağın özlediği ama şu an yetişen kuşağın bilmediği bir dönem… Özellikle bu dönemi yazmanızın bir nedeni var mıydı?
Kızım 21 yaşında. Çocukluğum ve gençliğime dair anlattıklarım gözlerini dolduruyor. “Hemen her sezon oyunları kaçırmazdık ve tiyatro biletleri bir sigara paketinin yarısından ucuzdu, pazar günleri ücretsiz klasik müzik konserleri olurdu, devlet müzeleri ve galerileri ulaşılır noktalarda halka açık ve daima yoğundu” diye anlatmaya başladığımda; o Türkiye’nin bir zamanlar var olduğunu bilmek çok üzüyor onu. “Anlat, daha da anlat” diyor. Anlatırken anımsamak bana da iyi geliyor. Sanırım o yüzden eskinin özlediğim parçalarını topluyorum. Eskiyi yeniye katmak için...
İzmir çok sevdiğim İzmirliler sayesinde başkarakter oldu
> Bir yandan da eski İzmir okumasının içinde buldum kendimi. İzmir hâlâ güzel, eskiden daha güzeldi, yani Salkım Sokak gibi yerlerdeki evler yıkılıp “apartmancılar” gelmeden önce. Sizin için İzmir ne ifade ediyor, İclal Aydın’ın İzmir’i nasıl bir İzmir, diye sormak isterim… Ve o İzmir’den ne kaldı geriye?
Ben sonradan İzmirliyim. Sonradan Ayvalıklı olduğum gibi... Şu anda çok kalabalıklaşan şehirden biraz daha kaçmak için Foça’nın bir köyüne yerleştim. Bu kitapta İzmir, çok sevdiğim İzmirliler sayesinde bu kadar canlı ve adeta bir başkarakter oldu. Bu noktada bana ruhunu ve şehrinin en güzel anılarını bağışlayan arkadaşlarıma çok teşekkür etmeliyim.
> Romanı önce Mert’in büyüme hikâyesi gibi okumaya başladım, sonra ‘bir sokağın romanı bu’ dedim, sonra Edis ve Nevzat’ı tanıdıkça ‘arkadaşlık hikâyesi’ dedim, aralarda Mert’in de dediği gibi “büyüme yorgunluğu” hikâyesi... ‘Aslında tüm bunların toplamı’ diye de bitirdim. Hem bireysel hem de toplumsal olanı anlatmışsınız aslında…
Kitabın adı “büyüme yorgunluğu” mu olsa diye düşündük bir ara. Ama sonra her şeyin tanığı olan çocukluk sokaklarımızın ne kadar etkileyici anılar bıraktığını konuşurken karar verdim. O sokaktan geçen her birey toplu bir hatıra defterinin bir cümlesiydi. Kitabın adı Salkım Sokak olmalıydı.
> Karakterlerinizin her birini derinlikli analiz etmemize olanak sağlayacak şekilde yaratıp tanıştırıyorsunuz okurla. Her birinin hayatı sahiden ayrı bir roman. Tüm bu karakterleri yaratırken nereye baktınız, ne gördünüz de bu kişiler karıştı romana?
Teşekkür ederim bu yorumunuza. Sanırım uzun zaman içinde biriktirdiğim ve kendi yerini alıp beklemeye geçenlerle dolu bir arşiv-hatıra-gözlem kutum var zihnimde. Yazarken dünyayla bağlantımı keserim. Böyle çıkarabiliyorum işlerimi. Üç ay, dört ay gündemim sadece kitabım oluyor. O sırada artık o kadar karışıyoruz ki birbirimize; bir yerden sonra ben yazıya, kahramanlara teslim oluyorum.
Uzun zaman içinde biriktirdiğim ve kendi yerini alıp beklemeye geçenlerle dolu bir arşiv-hatıra-gözlem kutum var zihnimde. Yazarken dünyayla bağlantımı keserim. Üç ay, dört ay gündemim sadece kitabım oluyor. O sırada o kadar karışıyoruz ki birbirimize; bir yerden sonra ben yazıya, kahramanlara teslim oluyorum> Tabii bir de Ayda var. Mert’in hayatının belirleyici karakterlerinden ama hep bir belirsizliği de var gibi. Bu belirsizlik de onu Mert kadar güçlü bir karakter yapmış romanda…
Sevmek tek kişilik bir performans olunca o belirsizlik daha güçlü de yapabilir seveni, daha kırılgan da. Onun tercihi elini kanatan o ipi bırakmak oldu. İpi bırakınca bunca zaman neyi sıkı sıkı tuttuğunu düşünür insan. Ama bütün yaralar, kesikler iyileşir. Kırıklar kaynar. Belki yanlış kaynar ama her şey geçer.
Yarımlardan bir bütündür insan
> “Bazen olmaz ama sonraki tüm ihtimallerden birinin doğuşudur bu. Olmayışı kutla…” cümlesi çok güzel ve genel olarak da aslında umut veren bir cümle. Siz kendi hayatınızda da böyle düşünüyor musunuz?
Düşünmez miyim? Hem de kaç kez. Bir önceki kitabım Bunu Sen Oku kendi anılarımdan oluşuyordu. Anlattığımsa nasıl başardığım değil her defasında nasıl çuvalladığımdı. Hatalarından, olmazlarından, yarımlardan bir bütündür aynı zamanda insan.
> Okurunuza en çok ne kalsın bu romandan?
Romanlarını çok sevdiğim yazar arkadaşım Fügen Ünal Şen şöyle bir yorum yazmış, diyor ki: “Mert’i, Edis’i, Ayda’yı bir kenara koydum kitap bitince, kendi kendine pudingli pasta yapmayı öğrenen, yokluğunu fark etmediğim, ‘neredesin sen?’ diye sormadığım hayatımın kıyısındaki bütün Nevzatlar’dan özür diledim” Bunu okuduğumda kalbim sızladı. Okura kalmasını istediğim ne varsa kalıyordu demek ki…
Her şeyin pratiği ve kolayı makbul artık
> Romanda baba ve oğul hikâyeleri de öne çıkıyor. Nevzat’la babası, Mert’le babası hepsinin bir şekilde sağlıklı ilişkileri var. Aslında aileler içindeki ilişkiler de öyle ve hatta komşular da. Tüm bunların toplamını düşünüp bugüne baktığında ne görüyor İclal Aydın?
Hep sağlıklı mıydı eskiden ilişkiler, sanmıyorum ama bugünden daha iyiydi diye düşünüyorum. Her şeyin pratiği ve kolayı makbul artık. Yemeğin, giyimin, arkadaşlığın. Rahatlık öncelikli. Eşofman gibi, hazır paketli yemekler gibi… Az emekle çok doygunluk almaya alışkın bir dünyanın insanlarının sevme, aile kurma, ilişki yürütme becerisi de bu benzerliği taşıyor. 30 yıl önce iletişim bu kadar kolay değildi. Ciddi bir zaman, emek ve duygusal maliyet gerektiriyordu. Mektubunu günlerce beklediğiniz birinden kolay kolay vazgeçemezdiniz. İnsan yorulduğuna, uğraştığına kıymet verir. Belki de sağlıklı ilişki dediğimiz buydu: Sevdiğimize gerçekten zaman, ilgi ve uğraşı vermek.
Her şey değişiyor da bazı şeyler hiç değişmiyor
> Şakir dedenin İzmir’e gelmeden önceki göç hikâyesinin anlatıldığı bölümde “Bütün dünya bir o delinin, bir bu delinin elinde sallanan bir kavanoza dönmüş” ifadesi çok doğru. Bugün o kavanoz hâlâ sağlam mı sizce yoksa çoktan tuzla buz mu oldu?
O delinin tuz buz ettiği kavanozun yerine gelen yenisi şimdi birinden diğerine fırlatılan sırça bir top gibi. Kırıldı kırılacak. Üstelik liderlerin neredeyse hemen hepsi “kim daha gözü kara” yarışında. Her şey değişiyor da bazı şeyler hiç değişmiyor değil mi? (Oksijen, Sibel Oral, Salkım Sokak No:3 / İclal Aydın / Artemis Yayınları / Roman / 336 Sayfa)
www.netturk.com.tr